30 Aralık 2012 Pazar

GÜZEL OLMAK

güzel olmanın da bir adabı var. olmalı yani... güzel gülümsemeli mesela, güzel bakmalı. ambalajı çekici, içini açınca kurtlanmış fikirlerle karşılaştığım kadınlar var.

çirkinim diye mi yazdım bunu ya da kıskanç mıyım? olabilir... parlak bir zekayı her zaman kıskanırım. kurtlanmış bir beyni, kokuşmuş bir ruhu asla!


5 Aralık 2012 Çarşamba

DERS HALLERİ

birkumtanesikadarbahtiyarım'ın yazısını okuyun; klasik öğretmen repliklerini eğlenceli bir şekilde yazmış. benim ders klasik olmadığı için repliklerim de başka oluyor. işte bugünkü diyaloglardan biri: 

maktul: şahin. 17 yaşında. öğrenci. sevimli ama zıpır.

dersten önce gelip bugün için kuzenini misafir öğrenci olarak alabilir miyim diye sordu. şartım vardı; konuşmayacaklar, cıvıtmayacaklar. kabul etti ama derse girince durum değişti tabii. baktım aralarında çok fazla konuşuyorlar, gittim şahin'in yanına oturdum. farkında değil, dönmüş arkasını hala konuşuyor. sessizce oturmaya devam ettim. bir süre sonra önüne dönünce beni gördü:

şahin: a... hocam?
ben: ???
şahin: fark etmedim geldiğinizi ehe ehe... hoş geldiniz. size kahve getireyim mi? (yılışıyor hatasını bildiği için) çay da olur... ne getireyim size? ne içersiniz?
ben: (gözlerimi kısarak) kanını!
şahin: ?!?

salon sus pus...




25 Kasım 2012 Pazar

DAVET


"ne yapıyorsunuz pazar günü? gelsenize bize, oynarız." mesajını görünce gözlerim yuvalarından fırladı. hemen hazırlandım. günlerden cuma idi.

avram'ın mesajın altına düştüğü "aksilik çıkmazsa" içerikli notuna karşılık bildiğim tüm duaları ettim. ben hiç dua bilmem, o yüzden kendim uydurdum. bu kadarcık yaratıcılık, böyle bir gün için azdı bile. hem aksilik maksilik çıkmamalıydı. iki gün öncesinden hazırlanmış, tüm aksilikleri -değil çevremizden, tüm evrenden- gerekirse tütsü kullanarak defetmiş, buluşma gününü bekliyor olmalıydık. olmalıydık, olacaktık, istiyordum. (şarkıya gönderme yaptım, anlamazsanız diye belirtiyorum.)

avram'ın telefonuyla uyandım her günkü gibi. bunda bir tuhaflık yok. ve yine her günkü gibi "beş dakika daha..." diyerek telefonu kapatırken aklıma geldi; bugün pazar. oyun günü.

"hayat bir oyun" geyiğine hiç girmeyeceğim; ama öyle.

çıktık yola, geldik sokağa. 
"ganyan orada. karşısındaki apartman mıydı, yanı mı?" soran benim.
"bilmem..." bu şuursuz insan da avram.
"çıkmadan önce bakmadın mı adrese?"
"unuttum ya..."
"nasıl unuttun? çıkmadan bakılmaz mı ya!" bastır sırra kalem. bastır ki, 'sen niye bakmadın?' demek aklına gelmesin.
"bakacaktım... arabada hatırladım."
"burası galiba. neydi apartmanın adı?"
"hatırlamıyorum. dur, telefon edip sorayım."
bu erkeklerdeki rahatlık beni öldürecek. hayır, evden çıkmadan niye bakılmıyor yani o adrese? boşa mı yazıldı? onu da mı ben düşüneceğim(!)

evi bulduk. kapıda üç güzel insan tarafından karşılandık; biri oyun arkadaşımız. bizi odasına davet etti.

konuştuk, güldük, eskiyi yad ettik (mazimiz çok derin)(ayrıca o "a"nın üzerinde şapka var)... çok keyifli, harika bir gün geçirdik. neler konuştuğumuzu, nelere güldüğümüzü anlatmayacağım tabii... o kadarı da bize kalsın. 

bir elif şafak değil neticede; reklamlara çıkmıyor, dergilere boy boy poz vermiyor... bildiğin insan. fabrikada hazırlanmış, paketlenip önümüze sunulmuş bir hali tavrı yok. samimi. donuk değil; gülünce hepimiz gibi gözleri parlıyor. öyle, fil dişi kulemden hayata bakıp yazıyorum, havası yaratmıyor. dedim ya, bildiğin "insan". güzel, değil mi?

kim mi? NURDAN BEŞERGİL. 



bakalım bir sonraki kitap nasıl olacak? ben merakla bekliyorum. 

İYİ GECELER ÖPÜCÜĞÜ'nü mutlaka okuyun. 


bu arada teşekkürü unutmuşum ben ya, çok ayıp... evden üç poşet dolusu dergi ile çıktım. kapaklarını sever okşarım ben onların günlerce. buradan dergiler ve bu güzel gün için teşekkür ederim kendisine :)


8 Kasım 2012 Perşembe

AHAN DA KİTAP ÇIKTI

ne yani sen hala deniz'i tanımıyor musun? 



nıhahaha... 
nnnyaklaş bebeğim, nnkulağına fısıldıyciim... nnnvladimir... bizim vladimir... yabancımız diyil. o da bir zamanlar fakir ama gururlu bir blogcuydu, nartık ünlü oldu. izmir'deysen nnnn imzaya git, kitabını da al, mutlaka oku. naydi, cumartesi programını yap. ben gidemiyciim, elimde viskim fotoğraflarınıza bakıciim akşamına. nen var kuzum? nnnizmir dışında mısın? nıhahaha dert ettiğin şeye bak yavrum, ıstanbul kitap fuarına gidersin sen de. naydi bakiim sil göz yaşlarını...  

bir gün senin de kitabın çıkabilir...

not: herkes ciddi ciddi yazmış, bana yazacak bir şey bırakmamışlar. bakmayın dalga geçer gibi yazdığıma çok  ciddiyim.


6 Kasım 2012 Salı

GÖZLERİMİ PARLATAN ADAM

o yazmış, ben yazamaz mıyım? (burada)

arada didişerek, arada somurtarak, arada konuşarak, arada kızarak birbirimize ama bol bol gülerek bir seneyi geride bıraktık. 

hey sevgili; iyi ki varsın, iyi ki yanımdasın... 

hey sevgili; bırakma ellerimi... her ne fırtına koparsa kopsun...

daha ne olsun?..

30 Ekim 2012 Salı

EVLİLİK DEDİĞİN

çalıştığım kurumda müdürün odasına ne zaman gitmem gerekse, öncesinde gördüğüm sekreter ve birkaç memurdan oluşan kadınlar çetesi tarafından yolum kesilip el kontrolünden geçiriliyorum. ilkokulda tırnak kontrolü yapardı öğretmenler, durum aynen o. yok hayır, içeriye -çok istesem de- elimde bir bomba ya da kalaşnikov ile girmeye çalışmıyorum. yüzük kontrol noktası orası.

-göster bakiim ellerini
-yok valla hala bekarım.
-aferin aferin. sakın ha...

evli ve mutsuz kadınlar topluluğu, kız kurusu olmamda ısrarcı. ısrarcıydı. bugün ne olduysa ikisi birden ellerime bakıp, "evlen artık" dedi. sanırım artık beni sevmiyorlar!

bu ara bütün evli arkadaşlarımın sorunlara boğulmuş, hatta boşanma arifesinde olduğunu düşünürsek bu sonucu çıkarmam normal. insan hem evli, hem mutlu olabilir mi bilmiyorum. bilmediğim gibi, etrafıma baktıkça da karamsarlaşıyorum. durum vahim, güle oynaya evlenen, üstelik daha cicim aylarında (yıllarında) olması gereken çiftlerin hallerini gördükçe evlilik daha bir kabus görünüyor. nasıl oluyor da aşktan ölür, evlenmek için delirirken birden bire düşman oluyor insanlar aklım almıyor. biriyle aynı evde yaşamak çok zor farkındayım. hele benim gibi yalnızlığı seven biri için... kafamın içinde tonla senaryo dolaşıyor: adam ya diş macununu ortadan sıkarsa, ben de onun ümüğünü sıkarsam? adam ya mis kokulu(!) çoraplarını orta yere atar da, ben o çorapları burnuna tıkarsam? adam ya klozetin kapağını açık bırakırsa ben de onu baş aşağı deliğe atar, sonra da tuvalet fırçasıyla itelersem? gibi gibi...

bunlar iyimser senaryolar. daha kötüleri fazlaca kanlı olduğu için sansürledim. zaten kurban bayramından yeni çıktık, gerek yok yani...

çok yakın bir arkadaşım yaklaşık 1,5 sene önce evlendi. üstelik evlendiği adam nasıl munis, nasıl melek... çok sevindik evlenirlerken. kuzu kılığında kurt çıktı mübarek. anam bir kaprisler, bir paranoyalar adamda. kendi kendine kavga konusu buluyor, sonra haftalarca küsüp kıza cehennem hayatı yaşatıyor. kızcağız şaşırıp domates yerine biber demiş diye çıkmıştı kavganın biri. o derece yani. boşanmanın eşiğine geldiler. vay efendim "sen domatese biber dedin". al adamı rendele, domates salçası diye ser güneşe. ben çocukken teyzem bir şey anlatmıştı anneme, hala hatırlarım. küçüktüm epey, oynuyordum yanlarında. çocuklar oynarken konuşulan her şeyi duyar ama büyükler fark etmez ya, öyle bir an işte. hikaye şu: kadının biri  (teyzemin komşusu) kocayı öldürüyor, başını kesiyor, sonra başlıyor kelleyi ateşte tütsülemeye. kokuyu duyan komşular soruyor ne yapıyorsun diye, "kocam kelle almış onu tütsülüyorum" diyor. bak bak kadındaki cesarete, soğukkanlılığa bak. işte böyle senaryolar böyle adamlar için yazılır. benim adamı rendeleyip salça yapmamı çok görmeyin yani. evlilik dediğin tımarhane ile hapishane arasındaki o kısacık yol.

sanki kısmetler kapıda kuyruk olmuş da ne yapacağımı bilemez haldeymişim gibi benim bu konuya el atmış olmam da ayrı bir mevzu tabii... 

gıcık ettiniz beni hepiniz, allaaan evli erkekleri!

oh be rahatladım biraz. 



24 Ekim 2012 Çarşamba

GÜN, ÖDÜL, BLOGLAR...

bugün evden dışarı hiç çıkmadım. tembelliğin doruğundayım. ama tamamen fiziksel bir tembellik. yoksa oturduğum yerde çok iş yaptım. az hareket, çok iş... bugünün sloganı bu. ben, kahvem, defterler, kitaplar, rengarenk kalemlerim... yayıldıkça yayıldık. çalıştım tüm gün. okudum, okuduklarımın altını çizdim, not çıkardım, yazdım... iyi geldi evde olmak. 

bakıyorum da bu aralar herkes bunalımda mı ne? çoğunluk karamsar şeyler yazmış. gerçi bazı bloglar var ki, sürekli bunalım takılıyor. sıkılmıyorlar mı acaba kendilerinden diye merak etmiyor değilim. nedir bu yaşta bu kadar melankoli ayol? silkelenin biraz, kendinize gelin! bunu kendime de söylüyorum. iki gündür bir sinir, bir stres bende, sormayın. 

neyse işte, toparlanmaya karar verdim. zira kendimden feci sıkıldım. bunun için de ilk adım olarak buraya yazayım bari dedim. 

geçen gün biricit ödüllendirmiş beni. ödülün amacı, takipçi sayısı 200'den az olan blogları tanıtmakmış. ben de ödüllendirmeden önce şunu belirtmeden geçemeyeceğim; tanıtmak istediklerim benim severek okuduğum bloglar sadece. yoksa, haydi elinden tutalım okuyucu sayısını artıralım gibi bir durum yok. o yüzden okuyucu sayısı ile ilgilenmeden vereceğim linkleri ve alfabetik sıra ile:



1- adeta nebula: bilenler bilir derya taşındı, bu da yeni adresi. her daim keyifle okuduğum, düşüncelerini kendime yakın bulduğum bir blogger derya. onun bloğunda her konuda yazılmış bir şeyler bulabilirsiniz eminim. 

2- duygusal komedi sevenler: ahu kadar eğlencelisini zor bulursunuz. beni en çok güldüren blog sanırım.

3- mavikalemdekiler: edebiyat seviyor musunuz? narda iyi bir adres olabilir sizin için, ben keyifle okuyorum.

4- nilberk: nil, genellikle oğlu berk ile ilgili yazıyor ama sanmayın ki annelik dersi veriyor. eğlenceli, kimi zaman hınzırca, kimi zaman çekişmeli geçen günler.

5- pınar: arada coşar bloğu kapatacağım diye tutturur, arada taşar saat başı yazı yazar, arada küser birilerine, belki tüm dünyaya... keyiflidir, güzel yazar, okuyun derim hala takip etmeyeniniz varsa. o da her türden yazan bloggerlardan. bir de durup durup "yazmayı bırakacağım, bloğu kapatacağım..." diye tutturmasa tadından yenmez :)

5- suvebeyaz: suvebeyaz'ın yazdıkları kadar yorumları da eğlencelidir. son zamanlarda teziyle uğraşmaktan bloğa yazı koyamıyor ama bekliyorum, güzel bir dönüş yapar yakında. suvebeyazcım çabuk döööön :)

6- vladimir'in derdi: güzel denemeleri var vladimir'in. nadiren öykü de yayınlıyor. yakında kitabı çıkacak, imzalı bir tane edinmek için bloğunu ekleyin. yarın bir gün ünlü olunca "a... ben bu yazarı tanıyorum" der hava atarız eşe dosta :P

7- tanrı var mı? : enteresan videolar, yazılar bulabileceğiniz bir blog. özellikle "beynimiz ve biz" yazı dizisinin  herkesin ilgisini çekeceğini düşünüyorum, bir göz atın mutlaka.

8- zefir: yakın zamanda abonesi olduğum ve beğendiğim bir blog daha. özellikle edebiyat ile ilgilenenlere tavsiye ederim.

9- avram: alfabetik sırayı bozup sona sakladım onu. aslında saklamak da değil, yazmayacaktım. son dakika fikir değiştirdim. tanımasaydım da okurdum yazdıklarını. sevgili kıyağı değil yani :)


sevdiğim bir sürü blog var ama bu kadar olsun şimdilik. belki diğerlerini de bir başka yazıda tanıtırım.

teşekkür ederim biricitcim :)


19 Ekim 2012 Cuma

ZAMAN DURURSA...

avram ile huzurlu, mutlu, el ele tutuşmuş yokuş yukarı çıkıyoruz. yokuş dediğime bakmayın, asfalt değil bura, su. deniz aslında. yüzeceğiz, denizin içinde yürüyoruz yukarı doğru. üst tarafta bir düzlük var, orası daha derin belli ki, insanlar yüzüyorlar. oraya gitmek niyetimiz bizim de, yüzmek... yürüyoruz... tam yaklaşmışken, deniz çekiliyor birden, hani dalga gelmeden önce su çekilir sonra olanca hızıyla vurur ya bedeninize, öyle çekiliyor işte deniz. duruyorum, dişlerimi sıkıp, gözlerimi kısıp "dalga geliyor" diyorum gülümseyerek. oysa duruyor deniz. her şey duruyor, hiç kıpırtısız, öylece... "a... noldu?" derken ben, bir başka kadın söylüyor aklımdan geçeni okur gibi "zaman durdu!" evet zaman durdu. birden bire, öylece, hiç sebepsiz... ben şaşkın, dönüp avram'a tekrar ediyorum; "zaman durdu. ekinler de büyümeyecek, kıtlık başlayacak, üstelik ölemeyeceğiz bile". avram hala sessiz (hayret). sonra aklımdan şunlar geçti: "bütün ekinleri yiyip tükettiğimizde kıtlık olacak çünkü zaman durdu. yeniden büyümeyecek bitkiler. büyümeyeceğiz biz, yaşlanmayacağız. zamana sıkışıp kaldık. evde pirinç vardı biraz, biraz da mercimek... ne kadardı? ne kadar idare eder bizi? her gün sadece bir avuç yersek epey zaman... iyi ama bu adam bir avuçla asla idare edemez! aman tanrım bu adam yüzünden üç günde biter yiyeceklerimiz!"

ikinci sahnede avram ile ve bir sürü başka insanla otobüsteydik eve gitmek için. ben endişeli, hatta panik halinde sürekli ne kadar süre açlığa dayanabileceğimizi, evdeki erzağın ne kadar süre yeteceğini düşünüyordum. işte tam o an fark ettim; avram dönmüş otobüsteki diğer kadınlarla yemek muhabbeti yapıyor, tarifler veriyor. aman allahım hem de böyle bir zamanda! sırası mı yemek muhabbeti yapmanın güle oynaya? kıtlık dayanmış kapıya be adam! iştahı kapatma zamanıyken, iştah açıcı yemek tarifleri vermenin sırası mı?" adamın umurunda değil dünya. sanki zaman durmamış, kıtlık kapıya dayanmamış. bir iki çekiştirsem de, baktım umursamıyor, devam ediyor yemek sohbetine. umudu kesip sustum. belki de her şeyi akışına bırakmak en iyisiydi ve kesinlikle -evet kesinlikle- bu adam günde bir avuç pirinçle yaşayamayacak ve açlık çekecek ilk insanlar olacaktık sayesinde. ah zavallı ben!

eğer rüyam gerçekleşir de zaman durursa avram'dan kesinlikle ayrılmam gerek. beni bile yiyebilir(!)





15 Ekim 2012 Pazartesi

SORARIM SİZE

bazı bloglarda izleyiciler listesi yok. öyle olunca ben o bloğu nasıl listeme alacağımı bilmiyorum. şimdi sorarım size, var mıdır bir yolu bunun?

2 Ekim 2012 Salı

AHLAK ÖLMÜŞ AZİZİM

sanırım kimse işini bir başkasını karalamadan yapamıyor artık. nedir bunun adı tam bilmiyorum aslında. ego mu, başka bir şey mi? 

geçen sene yaratıcı yazarlık atölyesindeki bütün öğrencilerime tavsiye ettiğim bir edebiyat atölyesi vardı. başka bir sanat merkezinde bu atölye. bir öğrencim telefon edip "tavsiye eder misin, gideyim mi oraya?" diye tekrar sorunca, gitmesini söyledim. aramış sanat merkezini bilgi almak için, merkezin sahibi ile konuşmuş. konuşmanın sonunda sahip, "bizde de yazarlık atölyesi var gelsene" deyince bizimki "yok ben sırra kalem hanımın atölyesine gittim geçen sene, bu sene de oraya devam edeceğim." demiş. sahip de "bizimki daha iyi, hem o sırra kalem çok yeni bu işlerde sen bize gel" gibi şeyler söyleyerek kibarca beni kötülemiş. öğrencim bunu anlatırken gülümsedim sadece. bir de içimden  "edepsiz" dedim. 

ben onlara öğrenci yolluyorum, adamların yaptığına bak. elimdeki öğrenciyi almaları değil mesele, yanlış anlaşılmasın. öyle bir kaygım olsa başka bir sanat merkezini önermem zaten. farklı atölyelere gitmelerinden zerre gocunmam. çünkü her hocadan öğrenebilecekleri şeyler olduğunu düşünürüm. mesele, beni kötülemeleri (o yeni, acemi, biz ondan iyiyiz, biz burada neler yapıyoruz v.b). üstelik ne yaptığımı, ders programımı, kaç senedir bu işi yaptığımı ya da hakkımda herhangi başka şeyi bilmeden... adam ile tanışıklığımız var. konuk olarak kendi yerimizde ağırlamışlığımız, söyleşi yapması için davet etmişliğimiz var. ben mi safım, millet mi çirkef bilmiyorum. bir daha da gelenlere tavsiye eder miyim orayı? onu da bilmiyorum. iyi, ahlaklı insanlarla yapılmalı sanat.

senelerdir bu işin içindeyim -ilgili kişinin sandığının aksine- acemi değilim yani. yine de hala alışamadım bunlara.  üç beş kişi, bir diğerini kötülemeden, sadece işimize odaklanıp çalışamıyoruz küçücük izmir'de. birbirimize destek olmayı falan geçtim... ayıp. koca koca adamlara, hele ki alanında uzman olduğunu iddia eden koca koca adamlara yakıştıramıyorum hiç.



25 Eylül 2012 Salı

ANAOKULU TERK

defne okulu bıraktı, okumayacakmış...

hikayeyi baştan anlatayım: bizim velet bu sene ilk kez anneden ayrılıp anaokuluna başladı. aman bir heves, bir heves... "sen de okula gidiyoysun diy miiiiiii? ben de gidiyoyuuuuum" lar, "senin paymak boyan vay mıııııı?"lar... telefonda konuşuyoruz mutlu maymun ile. geçen seneden beri "okul okul" deyip duruyordu zaten. eh büyüdü artık dedik biz de; babaanne, dede, anne hep beraber gidip bizimkini yazdırdılar okula. 

ilk gün anne ile beraber gitti. pek de mutluydu. zaten ilk hafta sadece bir saat kaldılar okulda. alışma turları... 

ikinci hafta ne olduysa oldu, su koyverdi. anneyi istemeler, ağlamalar, zırlamalar... bizim cadı, öğretmenini pek sevmedi anladığımız kadarıyla. biraz soğuk bir kadınmış. hatta o derece soğuk ki, sınıfa dolap yapmaya gelen marangozlar ile ilgilenirken bizim zıpır ağlamaya başlamış, atmış kendini yerlere de dönüp bakmamış. ben bilirim onu, yatar yere canı sıkılınca. kalk dersin, "benim canım sıkılıyooo. kalkmıycam işteee" diye daha da bir yuvarlanır. fırat kaçmış içine (ya da bana çekmiş ben de yapardım aynını). her neyse, görgü tanıklarının ifadesine göre bizimki ağlaya ağlaya kendini yerden yere atmış, yuvarlanmış bir saat de, öğretmen ustalarla ilgilenmekten bizimkini umursamamış bile. öyle de bir enteresan kadınmış yani. tabii bunu ve benzeri birkaç şeyi daha duyunca abim hoplamış, gitmiş öğretmen ile konuşmaya ama nafile. soğuk nevale nuh demiş peygamber dememiş. disiplin de disiplin diye tutturmuş. abim de o sinirle müdüre çıkıp, bağırmış çağırmış, bir de onunla tartışmış. bu arada benim zavallı miniğimin hali şu ki, iki yaşında hiç sorunsuz tuvalet eğitimini tamamlayan çocuk altına kaçırmaya başlamış. kuzum nasıl korktu, nasıl bunaldıysa... psikolog da, "daha çok küçük, okula başlamasına iki sene var nasıl olsa" deyince ve muhtemelen defne serra bunu çaktırmadan duyunca başlamış söylenmeye evde: "ben daha çok küçüyüm, siz beni göndeyiyoysunuuuz, ben okula gitmiceeeeem, ben daha küçücüyüüüüüm"... eh almışlar okuldan. ertesi gün ana-kız toplamışlar pıllarını pırtılarını doğru annemlerin yanına yazlığa gitmişler. bir de orada şikayet etmiş abimi; okula yolluyorlar küçücük çocuğum ben manasında bir şeyler... 

bizim, "okul okul" diye heveslenen maymun, okulu dönmemecesine bırakmış anlaşılan. telefon sohbetinden onu anladım ben:

ben: defneee okul ne güzel bir sürü oyuncak da var, gitmeyecek misin?
defne: ı ıh.
ben: tamam o zaman azcık büyü sonra gidersin.
defne: ... (tık yok bizimkinde)
ben: okumıycan mı?
defne: ı ıh
ben: anaokulu terk mi olucan?
defne: hı? hı hııı...
ben: iyi ya boşver... bak bana, okuyunca da bir şey olunmuyor gördüğün gibi. okutmayalım seni. zaten matematik diye bi şey var okulda, hayatın kararıyor sonra. 12 sene okuyorsun bir de, yetmiyor 4 sene de üniversite, etti sana 16 sene. yüksek lisans yapayım desen üzerine birkaç sene daha ekle... ömür bitiyor, okul bitmiyor. zaten sıkıcı bir şey okul, bir sürü de kural var. okusan da bi...
defne: babaaaanneeeaaaa, halam (çat)
o "çat", telefonu sehpaya koyup gitme sesi. edepsiz, neredeyse suratıma kapatacaktı. güzel güzel sohbet ediyorduk oysa...




23 Eylül 2012 Pazar

BEN DE SENİ...

yok efendim facebook'ta laf giydiriyormuşum. kendisi blogda sürekli benimle uğraşmıyor sanki. neymiş; orada huysuzmuş, öyle davranırmış. neyse ki sabırlı insanım, umursamıyorum. hem ben de face'te huysuzum o zaman napalım alla alla...

iki aksi insan bir araya gelince böyle oluyor. gün içinde yapmadığımız bütün huysuzlukları gece internet ortamında yapıp rahatlıyoruz. eğleniyoruz da...

bir de benim lafım üzerine yazı koymuş bloğuna, beceriksiz bir adam karikatürü eşliğinde. ona karşılık olsun: 





21 Eylül 2012 Cuma

AYIP ŞEYLER

kibar insanım. arada bir sinirlenip içimden "bok" demek, ne bileyim bir kadına mesela kötü bir sıfat kullanmak geliyor. gelmiyor desem yalan olur. öyle zamanda "hatun" diyorum. bu "hatun" lafını hiç sevmem ve bir kadına sinirlenmişsem ancak "hatun şunu şunu yaptı yaaa..." diye bahsederim. bir de "bok" diyorum. bazen.

sanırsınız saraylarda yetişmişim(!) kavga ederken karşıdakine hakaret eden insan sevmem. kavga insanın edebini ortaya koyar, kişiliğini... sanırsınız, saraylarda yetişmişim. öyle de hassasım.

kibar insanım. bazen çok sinirleniyorum. içinden küfürler geçen cümleler kurmak istiyorum; uzun, tren gibi... aklıma gelmiyor. ezbere küfür bilmiyorum. 'bilseydim keşke' diyorum sonra, rahatlardım belki öyle şeyler söyleyince. 

sinirim geçiyor zamanla. dibe çöküyor. bir tortu kalıyor tepede. ne bilmiyorum. kırgınlık belki... ya da kızgınlığın kendi tortusu...

kibar insanım. halbuki avazım çıktığı kadar bağırasım geldiği zamanlar oluyor. 

rüyalarımda öldürebilirim birini. küfür edebilir, hakaret edebilirim. oysa uyurken de aynıyım. hiç kötü söz etmiyorum. ne kötü... ne kötü...

kibar kibar oturmuş, kibar kibar yazıyorum. tortu benimle. takılıyoruz beraber, ayaklarımızı uzatmış. o da kibar, hiç sesi çıkmıyor. konu dışı şeylerden bahsediyorum arada ona. hiç sesi çıkmıyor. oturuyoruz. hiç küfür bilmiyor. 




18 Eylül 2012 Salı

DOĞRU NEFES 3

yatarak çalıştığımız diyafram nefesini artık ayakta çalışmanın zamanı geldi. elinizi diyaframınıza koyup deneyin bakalım durum nedir. yapamıyorsanız moraliniz bozulmasın, çalışmaya devam.

işte size birkaç egzersiz:

1- dilinizi çıkarın
2- köpeklerin yaptığı gibi, sık sık ve hızlı nefes alıp verin ağızdan
göreceksiniz, karnınız inip çıkacak. yani diyafram girecek devreye. bunu belirli aralıklarla yapabilirsiniz.

bir başka yöntem:
1- nefesinizi tutun
2- karnınızı içeri çekin, dışarı itin.
3- nefes almadan bunu yapabiliyorsanız şunu da deneyin; nefes alırken karnınızı dışarı itin, nefes verirken karnınızı içeri çekin.

diyafram nefesine alıştıktan sonra onu güçlendirmek için gerekli egzersizlere geçebiliriz. ama önce doğru nefes alma tekniğini oturtmakta fayda var. 


15 Eylül 2012 Cumartesi

YİNE Mİm

pınar "sen de yaz" deyince kıramadım:

1- günün nasıl geçti?
her zamanki gibi geçti. rutin hayatıma bir gün daha ekledim. sorunsuz bir 24 saat olduğu için şikayetçi değilim. hem ben rutini severim.

2-isim vermeden bahset
günümden mi bahsedeceğim? niye isim vermiyoruz?

öğlene kadar uyudum. öğleden sonra uyanıp hızla bir kahvaltı yapıp kendimi dışarı attım. sevgili ile (isim vermiyorum) deniz kenarında çay içip bir saat kadar oturduktan sonra işe (isim vermiyorum) gittim. isim vermediğim grubum (öğrencilerim) ile güldüm eğlendim, bazen ben bile eğlenceli olabiliyorum (ismimi vermiyorum). biraz diyafram çalıştırdım, biraz ses açtık, bağırıp çağırdık. en çok bu faslı seviyorum. ismini vermeyeceğim kurum müdürü ve benzeri yetkilileri gürültüye boğma fikri hoşuma gidiyor sanırım. çıkışta bostanlı'da (ayh isim verdim) sevgili ile buluşup ismini vermeyeceğim bir deniz kenarı mekanda oturup kahve falan içip evlere dağıldık. huh... ne zormuş isim vermeden yazmak(!)

3- neden hep cam kenarı?
cama yaslanabiliyorsun. koridorda oturursan yaslanamazsın. ayrıca dışarıyı da rahat seyredemezsin. ayrıca başını cama dayayıp dışarıyı hiç seyredemezsin. 

uçakta cam kenarını çok sevmiyorum aslında. koridoru da sevmiyorum. ortayı da...

sabit bir yerde oturuyorsam cam kenarı şart değil. hatta duvar kenarını yeğlerim, camdan soğuk geliyor.

4- bugün kendin için ne yaptın?
güldüm.

5- twitter ana sayfanı aç, ilk gözüne takılan?
Bir arkadaşa bakip çikicam.


6- düşün ki, o bunu okuyacak.
o kim? avram mı? o ve arkaik harfler dışında hayatımdaki kimse okumuyor zaten. çoğunun blog yazdığımdan haberi bile yok.

7- kahkaha atmana sebep olan karikatürler:
çok var ama sadece daha önceki yazılarımda kullandıklarımdan bazılarını ekleyeceğim, diğerleri zamanı geldikçe çıkacak gün ışığına zaten. sürprizini bozmayalım.
  






8- klavyeye bakmadan bir şeyler yaz
ne yazacağım bilmiyorum ama 10 parmak yazdığım için ben zaten sadece ekrana bakıyorum.

9- bir cümle düşün, sonra kelimelerin yerlerini değiştirerek yaz.
düşün bir kelime, cümle yaz değiştirerek yerlerini sonra.

uzun zamandır mim yazmamıştım. bitti gitti, hepimize geçmiş olsun :)


DOĞRU NEFES 2

1- dik bir konumda ayakta durun ya da oturun. 
2- bir elinizi göğsünüze, diğer elinizi göğüs kafesinizin hemen altına (diyaframa) koyun. 
3- karnınızda bir balon olduğunu hayal edin, nefes alıp havayla dolduğunuzda oradaki balonun şişmesi gerekir. 

hava burnunuzdan girer, soluk borunuzdan geçip akciğerlere ulaşır. diyafram kasınız aşağıya doğru esner, üst karın bölgeniz adeta bir balon gibi şişer. nefes verirken ise yine bir balonun havasını alıyormuşsunuz gibi iner. elinizdeki hareketi gözlemleyin. nefes aldığınızda diyaframınızın üzerindeki el yükseliyor, nefes verdiğinizde iniyor mu? eğer bunu yapıyorsanız doğru nefes alıyorsunuz demektir. yeni başlayanlarda çoğunlukla tam tersi olur. nefes alırken karnını içine çeker kimileri, diyafram kısılır, havaya yer kalmaz. bunun yerine göğüs bölgesi hareketlidir. göğüs üzerindeki el inip çıkar. bu yanlış nefes aldığınızın göstergesidir. 



ilk fotoğraf nefes verildikten sonra, ikincisi ise nefes aldıktan sonraki, balonumuzun(!) şişmiş hali. içi havayla dolu. oh mis gibi, bol oksijen. 

yapamıyorsanız endişelenmeyin. yeni başlayanlar için zor olabilir. ilk etapta yatarak çalışmayı deneyin. 

1- sırt üstü uzanın,. dizlerinizi yukarı gelecek şekilde bükün.
2- elinizi göğüs kafesinizin hemen altına koyun.
3- burnunuzdan yavaş yavaş nefes alın. karnınızın üzerindeki elinizin yükseldiğini hissediyorsanız doğru yoldasınız demektir. nefes alırken karnınız (ve eliniz) yukarı doğru yükselir, nefes verirken karnınız içeri girer.

bir süre yatarak çalışın. ayaktayken denediğinizde olmuyorsa canınız sıkılmasın. daha önceki yazımda da belirttiğim gibi; diyafram bir kastır, tıpkı kol kasınız gibi düşünün. nasıl ki, kol kasınızı geliştirdiğinizde daha fazla ağırlık kaldırabiliyorsanız, diyafram kasınızı geliştirdiğinizde de daha fazla oksijene yer açacak, doğru nefes alacaksınız.

bir sonraki yazıda ayakta yapılacak egzersizlere yer vereceğim. hepsini bir anda anlatmamamın sebebi; arka arkaya bilgi bombardımanı olmasın, kafa karıştırmasın ve göze zor görünmesin. haydi bakalım deneyin, tecrübelerinizi bana da aktarırsınız belki.


13 Eylül 2012 Perşembe

DOĞRU NEFES

nefes almak, yaşayan her akciğerli canlı için otomatik bir eylemdir. doğduğumuz andan itibaren yaptığımız ilk bağımsız etkinliktir de diyebiliriz. hepimiz nefes alıyoruz, önemli olan bunu doğru yapıyor muyuz?

doğduğumuz anda başlayan solunum; hastalıklar, yaşanan travmalar gibi pek çok nedenle zaman içinde bozuluyor. evet, nefes almaya devam ediyoruz ama doğru nefes almayı bırakıyoruz. uzmanlar, vücudumuzdaki toksinlerin sadece %30'unun ter ve bağırsaklar yoluyla atıldığını, geri kalan kısmının solunum sisteminde biriktiğini söylüyor. yani doğru nefes almıyorsanız bedeniniz artık madde deposu haline geliyor zamanla. düşünün, toksinlerin %70'i vücudunuzda kalıyor. bu çok büyük bir oran, birçok hastalığın da sebebi. uzmanlar kalp hastalıkları (kalpteki oksijen azlığı nedeniyle spazm oluşur), yüksek tansiyon, kanser dahil pek çok hastalığın temelinde doğru nefes almamanın yattığını belirtiyor. oysa doğru nefes aldığınızda oksijen tüm hücrelerinize ulaşıyor, temizlik başlıyor. cilt yapınız iyileşiyor (hanımlaaaar), zihniniz temizleniyor, enerjiniz artıyor, ideal kilonuza ulaşmak kolaylaşıyor (yağ hücrelerini yakan da oksijen). ayrıca sakinleştirici etkisi olduğu biliniyor (sinirlendiğinizde derin nefes almanız önerilir ya hep), stres, depresyon ve anksiyeteye iyi geliyor, uykuya dalmanızı kolaylaştıyor. 

peki nedir doğru nefes? diyafram nefesi, bir başka deyişle karın nefesidir. diyafram, göğüs boşluğu ile karın boşluğunu birbirinden ayıran kasa verilen addır. pek çoğumuz günlük hayatta göğüs nefesi alıyoruz. zavallı diyafram öyle atıl bir şekilde duruyor vücudumuzda. yazık!

bebekleri düşünün; yatarken izlemişsinizdir mutlaka, nefes alırken karınları inip kalkar göğüs oynamaz. işte bu, henüz hayatın sillesini yememiş insan evladının bozulmamış, doğal nefesidir. 

diyaframını yeterince kullanmayan insanlar ilk etapta bu nefesi öğrenmekte ve uygulamakta biraz zorlanabilirler. şöyle düşünün, kol kaslarınızı ne kadar geliştirirseniz o kadar ağırlık kaldırabilirsiniz değil mi? aynı şekilde diyaframınızı da geliştirdiğiniz sürece daha güçlü nefes alabilirsiniz. yani ne yapıyor muşuz? her gün beş dakika çalışıyormuşuz. nasıl mı? eh onu da bir başka yazıya bırakalım.



8 Eylül 2012 Cumartesi

EN KORKTUĞUM SENARYO

benim en korktuğum; ne inli cinli, ruhlu olanlar, ne de bilinmeyen katillerin önüne geleni öldürdüğü filmlerdir. asıl kabus salgındır. allaaam bir hastalık başlar birden ya da eski bir virüsü çalar biri, salar piyasaya -mesela veba- ondan sonra al başına belayı... adamın birine bulaşır o virüs, metroya biner öksürür, terler, tüm yolculara bulaştırır. bu arada ölümler başlar. hükümet bir türlü çaresini bulamaz, bilim insanları aşı yapacağız diye uğraşır. derken, bir başka hasta adam uçağa biner avrupaya gider, uçakta öksürür, mendilindeki kanı görür, terler soğuk soğuk durmadan ama hiç ses etmeden, kimseyi uyarmadan yola devam eder şerefsiz. haydeee virüs paris'e ulaşır, oradan londra'ya, oradan berlin'e, sonra istanbul... tv'de bütün büyük kentlerdeki salgın haberleri verilir. bizim bilim insanları hala aşı yapacağız diye uğraşır. chicago karantina bölgesi ilan edilir. insanlar sürekli ölür. o lanet aşı bir türlü bulunamaz. bu arada şehirden kaçmakta olan bir grup genç, yolda bir baba kıza rastlar. kız hastadır. onlara yardım etmek isterler, yiyecek verirler. gençlerden biri (muhtemelen en güzel ve en iyi kalpli genç kız) sevgiyle küçük kıza yaklaşmışken kız üzerine kusuverir. virüs her yerine bulaşır ama bizim kız korkudan ses çıkarmaz. yanlarından ayrıldıktan bir kaç saat sonra ateşi çıkar, öksürmeye başlar, mendilindeki kanı görür ama bir şey demez öldürülmemek için. giderek kötüleşince diğerleri olayı çakar, onu b.k çuvalı gibi yolun kenarına bırakıp kaçarlar. genç kız ağlayarak arkalarından bakakalır. bu arada bilim insanları hala aşıyı bulamazlar. beyaz saray açıklama yapar, tv'ler avrupa başkentlerinden haberler verirler. türkiye de vardır içlerinde. tüm dünya bu lanet virüsün pençesindedir, milyonlarca insan ölmüştür. sağ kalanlar marketleri yağmalar, hastaneler dolup taşmıştır, doktorlar bir bir hastalanmaktadır. bilim insanları hala aşıyı bulmaya çalışmaktadır. en sonunda aşı bulunur. hemen uygulanır ama işe yaramaz. ölü sayısı giderek artar. esas adam ya da esas kadının (ki muhtemelen bir bilim insanıdır o da) çocuğu hastalığa yakalanır. zaten aşıyı bulacağım diye eve gidip onunla ilgilenememektedir haftalardır. küçük oğlan öksürür, öksürürken ağzından kan gelmektedir. ateşi de çok yükselmiştir, boncuk boncuk terlemektedir. esas kadın çocuğundan hastalık kapar bile isteye. sonra bulduğu aşıyı kendinde ve oğlunda uygular. iyileşirler. aşı her yere dağıtırlar, salgın durmaktadır. tv'de avrupa'da da hastaların iyileşmeye başladığı haberi yapılır. dünyanın yarısı yok olmuştur bile üç günde. new york neredeyse bir hayalet şehre dönmüştür. sanırsın hastalık binaları da etkilemiş öyle bir harabe, izbe hale gelmiştir şehir. beyaz karantina giysili sağlık ekipleri insanları toplu halde kireç kuyularına gömmekte, sonra yakmaktadır. sahne kararır. 

ondan sonra kış gelir; yok domuz gribinden şu kadar kişi öldü, yok kuş gribi iyice yayıldı. gel de korkma. içime fenalıklar geliyor. sıradan bir grip olsam korkumdan bağrınıyorum; "öleceğiiiiiim... o aşı bulunduğunda çoktan mevta olacağım!.."

öf... hava da serinliyor. 

bir de bu filmleri hep kışın verirler. tıpkı jaws filmlerini yazın oynattıkları gibi. adi bunlar ya...



bütün bunlar nereden geldi aklıma? otobüse bindim akşam, karşıma bir adam oturdu. öksürdü. "bana hastalık mı bulaştıracak bu şişman, kel adam acaba? vebadır belki, belki de laboratuvarda saklı tutulduğu halde birkaç yıl önce çalındığı söylenen çiçek hastalığına yakalanmıştır. ne zaman inecek acaba? bir daha öksürür mü ki? salgın filmlerindeki sahnelerden biri gibi tıpkı, şu an bu otobüste bulunan herkese bulaştıracak." diye düşünürken buldum kendimi. paranoyak mıyım? hayır. ben gerçekten takip ediliyorum(!)


30 Ağustos 2012 Perşembe

İÇİMDEKİ KOKOŞ

ne var yani, herkesin içinde illa bir çocuk mu olacak? benim içimde bir kokoş yaşıyor, itiraf ediyorum. dur durak bilmiyor, kemiriyor beni. nerede parıltılı bir şey görse hop ele geçiriyor ruhumu. genetik sanırım. annemde de var bir sim merakı. bazen abartıyoruz. istemeden...

baharda banyoyu yeniledik. dolapları yaptırırken, adam bizi çözmüş olacak ki, "bakın bunlar çok güzel" diyerek karteladaki siyah üzerine parıltılı beyaz damarları olan ve tam zıt kombinasyonlu kaplamaları gösterdi. "şu beyaz zeminliyi üst dolaplara, siyahı alta yaparız çok güzel olur." biz bayıldık tabii. "evet evet bu olsuuun..." diye coşmuşken babam bizi niye engellemedi bilmiyorum. erkeklerdeki bu "banane yaaa... ben mi kullanacağım sanki" rahatlığı nedir öyle ayol.

banyo bitip, dolaplar takıldığında ben işteydim. akşam eve geldim, bir hevesle banyoya koştum. annem de yanımda bitti tepkimi görmek için. düğmeye bastım, bir ışık çaktı, sonra göremez oldum. kör oldum sandım bir an. allaaam nasıl parlıyor ortalık, bakamadım. gözümü aldı resmen. 
"anne biz naptık ya..." 
"ne bileyim, çok parlak olmuş sanki..." 
"parlak kelimesi manasız kaldı bunun yanında. sahnedeyim de bütün spotlar üzerime çevrilmiş sanki, bir şey görmüyorum."
"her duştan sonra alkış isteme de..."
"kalabalık önünde anadan üryan soyunmama aldırmıyorsun da, alkışlamak mı zor geldi?"
"o kısmı da babana havale ediyorum artık!"

neyseki gündüz iyi, akşam lambanın yansımasıyla var olan ışık oyunlarına da alıştım zamanla. yeni aplik sayesinde ışık direkt patlamıyor simlerde artık. 

carrefour'da bu parıltılı şeyleri görünce de dayanamadım işte. hem fiyatları da çok uygundu. kalemler 2,50 tl. bir tane fiyatına tüm set. üstelik simli yazanlardan. 




kalem kutuları ise 3,90. 




ben yeşil, simli olanı makyaj çantası yapmayı düşünüyorum caymazsam.  çantaya öyle çok şey koyuyorum ki; kitap, defter, kalem kutusu, ıvır zıvır... makyaj çantaları ya fazla büyük geliyor, çok yer kaplıyor ya da tam tersine... bunun boyu ideal göründü gözüme.

sevgili olmasa kendimi tutamayıp birkaç tane daha alabilirdim. harika şeyler vardı. su mataraları bile güzeldi. rengarenkler, insanı baştan çıkarıyorlar. hani neredeyse alacaktım. ah ah şimdi çocuk olmak varmış...

son söz: kalemleri kaçırmayın derim.bir tanesi o fiyata normalde çünkü.


KİTAPLARIM 2

son gittiğimiz d&r alsancak'taki oldu. ben pek keyifli değildim o gün, "başka gün mü gitsek acaba yaaa..." diye mızmızlanırken sevgilinin "beni bir daha bulamayabilirsin!" manasındaki tehdidi karşısında yelkenleri suya indirdim. gazi ilköğretim'in bahçesindeki otopark kapanmış, aranızda gitmek isteyen varsa haberi olsun. bizim gibi şaşkın şaşkın bakınmayın kapıya gelince. 

vukuatsız bir alışveriş geçirdik. sanırım sevgili yorgundu, benimle pek uğraşmadı, tutuklatmaya da çalışmadı (bkz KİTAPLARIM). sadece kitap alıp geldik yani. işte ganimetim:




herkese iyi okumalar... 

23 Ağustos 2012 Perşembe

BİR CADININ LANETİ!

iran, "on yaşın altındaki kız çocuklarının evlenmesinin yasaklanması islami kurallara aykırı" buyurmuş. şimdi parlamento tartışacak, belki on yaşından küçüklerin evlenme yasağı ortadan kalkacak. haber burada.

şimdi düşünün, pek çoğunuzun çocuğu var takip ettiğim kadarıyla. kızınız geliyor on yaşına (on yaş altına izin çıkmasını da geçtim, şu an yasal olan on yaşı düşünelim), yani 4. sınıf öğrencisi. evleniyor. bir adamın karısı oluyor. cinsellik nedir bilmeden... daha göğüsleri çıkmadan, daha cinsel uzuvları gelişmeden, adet görmeden, tüyü bitmemiş(!) vücudunda koskoca bir adamın elleri, vücudu... düşünmek bile nefesinizi kesti değil mi? bu nasıl bir toplum düzenidir, bu nasıl bir insanlık, bu nasıl bir dindir? 

lanetliyorum! sizin insanlığınızı, sizin dininizi, tanrınızı... sizi... her şeyinizle... lanetliyorum. dilerim o cehennemde sonsuza dek tecavüze uğrarsınız. yanmak yetmez size.



17 Ağustos 2012 Cuma

YAZARLIK DERSLERİ 1


BAKIŞ AÇISI KARAKTERİ

öyküde ve romanda bakış açısı karakterini doğru seçmek önemlidir. bakış açısı karakterinden kastım anlatım dili değil, her kurguda bir bakış açısı vardır. kimi zaman baş kahramandır bakış açısı karakteri, kimi zaman bir yan karakter, kimi zaman ise birden fazladır. kurgunuzun daha başında, okuyucuya bakış açısı karakterinizi tanıtmalısınız. olaylar kimin gözünden aktarılacak en baştan belli olmalıdır ki, doğru bir okuyucu özdeşleşmesi sağlansın. 

bunu bir örnek ile açıklayalım:
"kapı çaldığında ürperdi. saatlerdir oturduğu koltukta, ne yapacağını bilemez halde kalakaldı angelina. o gelmişti, biliyordu. yine bulmuştu yerini, yine gizleyememişti izini. birazdan kapıyı yumruklamaya başlayacaktı john ve polis gelene kadar da durmayacaktı. daha ne kadar süreceğini düşündü bu kovalamacanın. daha ne kadar dayanabileceğini... işte o an verdi kararını angelina."


3. tekil şahıs ile anlatılan bu kısa alıntıda bakış açısı karakterini hemen tanıyoruz: angelina. bir sorunu olduğunu fark ediyor ve her şeyin onun için iyi gitmesini umuyoruz. 

aynı şey birinci tekil şahıs ile de anlatılabilirdi:
"kapı çaldığında ürperdim. saatlerdir oturduğum koltukta ne yapacağımı bilemez halde kalakaldım. o gelmişti, biliyordum. yine bulmuştu yerimi, yine gizleyememiştim izimi. (...)"

bakış açısı karakteri, 1. tekil şahıs ('ben' anlatımı) ya da 3. tekil şahıs ('o' anlatımı) kullanmanızla ilgili değildir, kafalar karışmasın. yukarıdaki iki anlatımda da bakış açısı karakterimiz angelina.

şimdi bir örnek daha:
"sustum. o böyle ağlarken karşımda, ne diyeceğimi bilmiyordum. ellerini tuttum. o sırada zil sesi geldi. kapı çaldığında ürperdi. saatlerdir oturduğu koltukta, ne yapacağını bilmez halde kalakaldı angelina. o gelmişti, biliyordu. yine bulmuştu yerini, yine gizleyememişti izini. korkusunu gözlerinden anlayabiliyordum."

gördüğünüz gibi son örnekte bakış açısı karakteri değişti. artık angelina'yı ve olayları anlatan kişi  bir başkası. biz okuyucular, bu kişinin gözünden göreceğiz angelina'nın başına gelenleri.

bakış açısı karakterini doğru seçmek ve bakış açısı karakterinin taşıması gereken özellikler uzunca bir yazı konusu olur. ben burada kısa bir bilgilendirme yapmak istedim sadece. umarım faydası dokunur. 

16 Ağustos 2012 Perşembe

OLİMPİYATLARDA YENİLİK

gazetecinin biri demiş ya, olimpiyatlar kadınlığı öldürüyor. bilmeyeniniz varsa diye alıntı yapayım hatta önemli(!) sözlerinden:

"Ben kadın derneklerinin yerinde olsam, olimpiyat oyunlarını şiddetle protesto ederdim. Olimpiyat halkalarının altına kadınlık simgesi artı işaretlerini koyardım...
Bu duyguya kapılmam için kadınlar arası yüzme yarışlarını izlemem yetti. Havuzdaki hanımların, kadınlıkla bir ilgisi kalmamış gibiydi. Kocaman omuzlar, küçücük kalçalar ve tahta gibi dümdüz göğüsler... Eğer mayolarının farklı biçimi olmasa, hepsini erkek sanacaktım. Hele göğüsler... Kadınlığın, analığın, bereketin simgesi olan göğüsler, hızı engelleyen birer "safra" olarak görülmüş olmalı ki, çocukluktan bu yana adeta budanmış.
Bazı kadın ciritçileri, güllecileri, güreşçileri, haltercileri, boksörleri saymıyorum bile... Onların görüntüleri hepten içler acısı... 

(...)
Size ütopik gelebilir ama bu konuda bir önerim var. Kadın sporcuların kronometre sonuçlarıyla yetinilmesin. Sıralama yapılırken sporcuların fiziksel görünümlerinin "kadına benzerliği oranında" artı ve eksi puanlar eklensin!.."

daha fazlasını bilmek isteyen olursa yazının tamamı burada.

ben düşündüm adam haklı. normalde televizyonu açmak aklına gelmeyen ben bile eve gelir gelmez ilk iş trt'yi açar oldum olimpiyatlar boyunca. iyi tamam yarıştılar, izledik, heyecanlandık, sevindik, üzüldük... peki ya göz zevkimiz ne oldu? gönlümüz doydu da, gözümüz doydu mu? yok canım nerede?..

erkek yüzücülerin harika vücutları var. bakmaya doyamıyor insan. zaten yüzme yarışması başka ne için izlenir ki? bakıp bakıp "amanın ne güzel vücutları var, kurban olduum ne de güzel yaratmış ohh..." demek için. aslında onlara da, bacaklarının güzelliğine göre ek puan verilmeli. 

cirit, gülle atanlar genelde ideal vücuttan uzak. o adamları eleyelim. hatta ciriti, gülleyi toptan olimpiyatlardan çıkaralım. 

uzun mesafe koşan erkekler çiroz. ne o öyle ayol... bu branşı da çıkarsınlar olimpiyatlardan. 

halterciler pek kısa, bodur. halteri tarihin tozlu sayfalarına gömelim.

topla oynanan her türlü oyun yasaklansın. erkek dediğinin topla fazla haşır neşir olması beni kıllandırıyor arkadaş. yanlış cinsel tercih edinecekler diye endişeleniyorum. su topu kalsın bir tek. onların vücutları çok güzel. zeus heykeli gibi adamlar. ya da topu kaldıralım, bir kadını atıp tutsunlar. suda bir şey olmaz nasıl olsa. ben gönüllüyüm. benim gibi bir sürü kadın da gönüllü olur zaten. 

basketbol, voleybol kadın takımını feshedelim, çok uzunlar. kadın dediğin narin olur, at gibiler affedersiniz. huh süper oldu bak şimdi olimpiyatlar.


güzellik yarışmaları, mankenlik yarışmalarına falan da gerek kalmadı, boşuna masraftı zaten. hay aklını seveyim senin gibi gazetecinin. mis gibi oldu olimpiyatlar yeminle(!) 



14 Ağustos 2012 Salı

BİR YAZARI SEVMEK

ihsan oktay anar'ın yeni romanı "yedinci gün" yakında çıkıyormuş. "oley" dedim haberi okuyunca. nasıl bir ilahi mutluluk geldi şöyle tepemden, kainatın kalbinden, bilemezsin. sanki kitabı almışım da, okumak için saniyelerim kalmış. öyle de bir kalp çarpıntısı. benim, olmazsa olmaz yazarlarımdandır kendisi. 

bazılarınız bilir, ihsan oktay ege üniversitesi felsefe bölümünde öğretim üyesidir aynı zamanda. ben başka bir üniversitede öğrenciyken, arkadaşlarım vardı ege'de felsefe okuyan. gider gelirdim yanlarına, yine göremedim diye hayıflanırdım. yani şöyle bir koridorda karşılaşsam ya da kapısı açık olsa da önünden geçerken çaktırmadan baksam, o masasında yazıp çizerkenki haline şahit olsam razıyım. konuşacak, tanışacak falan değilim ha, nerede o cesaret bende o zaman. adamla ezkaza bir araya gelsem "hedö hödö"den başka bir ses çıkaramam, adımı bile bahşedemem kendilerine(!) beni dilsiz zanneder. yanı sıra gerizekalı sanması da cabası... fakat gel gör ki; değil ben, felsefe okuyan arkadaşlarım bile tanışamadı kendisiyle o dönem. "derslere girmiyor." dediler, kitap yazıyormuş. beni mi kandırdılar bilmem ama adamı bir türlü göremedim. 

aradan bir süre geçti, en samimi arkadaşlarımdan bir hain "ihsan oktay ablamın yakın arkadaşı. ben onun yanına gideceğim" demez mi? gel de vurma kızı. biz o zaman tıfıl yazarlık öğrencileri, abuk sabuk ödevlerle gün geçiriyoruz, bir gün büyük yazar olma hayallerimiz hala baki, kız "ihsan oktay'a gidicem konuşmaya yeaaa" rahatlığında. onu mu vurayım, kendimi mi bilemedim. hiçbir yazarı tanımıyor olmamı kadere bağlayıp okkalı küfürler ettim alın yazıma. hoş, sonrasında tanıştığım yazarlar oldu ama gram heyecanlandıysam, "hede hödö" yaptıysam nolayım! 

bizimki gitti. insanın kendinden yaşça epey büyük abla sahibi olmasının ve o ablanın da ihsan oktay anar gibi bir adamla arkadaş olmasının ihtimali yüzde kaçtır yahu? dedim ya, bizimki gitti. döndüğünde anlattığı şuydu özetle: "tuhaf bir adam. pek konuşmuyor. öylesine konuştuk işte. ablamı falan sordu. sevmiyor konuşmayı pek." hayal kırıklığı yaşadım mı? hayır. konuşmayı sevmeyen, sürekli yazan, gizemli bir yazar... cezbedici... bilinmezliğin çekici gücü... 

bir yazarı sevmek böyledir, şarkıcı sevmeye benzemez. özel hayatını, nerelerde eğlendiğini, ne giydiğini, nereden alışveriş yaptığını bilmek istemezsiniz. o yazsın, sadece yazsın, istersiniz.

sonra büyüdüm. eşek kadar oldum affedin. nasıl büyüdüm, o aralarda neler yaptım konumuz dışı. ama şu kadarını söyleyebilirim; dokuz eylül üniversitesi'nde bir dört yıl daha okuyup başka yan yollara girdim. ihsan oktay hep aynı yolda, aynı gizemle devam etti yazarlığa. ben de onu merak etmeyi bıraktım. bütün derdim 'yeni kitabı ne zaman çıkacak?' oldu. görme hevesim de kalmadı. yazarları görmemek, bilmemek daha cazip; büyürken buna karar verdim. 

gelelim yazının mesajına; okuyun. hala tanışmadıysanız ilk romanından başlayın (puslu kıtalar atlası - iletişim yayınları). kitabın büyülü dünyasına teslim edin aklınızı, ruhunuzu, kendinizi... arının...


görselin konuyla bağlantısını da siz kurun artık(!)


13 Ağustos 2012 Pazartesi

KİTAPLARIM

izmir'de o d&r senin, bu d&r benim gezen bir çift görürseniz o biziz. can yayınları'nın kampanyasını hepiniz duymuşsunuzdur. kitapları alıp fotoğraflarını paylaşan çok blogger var. ağzımın suyu akarak izliyor, "aağğğğ bu bende niye yok" kıskançlığıyla yeni d&r adreslerine gidiyorum.

bu öğleden sonra sevgili arayıp "haydi seni forum'daki d&r'a götüreyim" deyince, ışık hızıyla hazırlandım. evde yayılmış, göbek kaşır, kitap karıştırırkenki ışık hızı yarım saat ediyor bizim buralarda(!) tüm cumartesiyi koltukta yayılarak geçirmiş, markete dahi çıkmayıp siparişleri eve getirtmiş biri olarak hem hava alacak, hem kitap edinecek, hem de günlerdir istediğim mürekkep ve şeffaf koli bandıma sahip olacaktım. ayrıca bünye alışmamış cumartesileri tatil olmaya, bugün de çıkmazsam çatlayabilirdim.

ben kitapları sapıkça okşar, seçerken iki kadın geldi yanıma. biri diğerine "elif şafak'ın yeni kitabı çıkmış, yok mu buralarda?" dedi. diğerinin "ha evet duydum" demesiyle ben atladım;  "gazete yazılarından derleme o, yeni bir şey değil. yeni bir şey yazmış gibi sundular". kadınlar vazgeçti almaktan. onun yerine birkaç kampanya kitabı alsınlar istedim ama nafile. 5 liralık kitaplara tenezzül etmediler galiba. doğru düzgün bakmadan gitti gıcıklar. kitaplara bakmadan kitapçı gezen müşteri kadar lüzumsuz insan modeli yoktur!

kitaplarımı seçip avram'ın kucağına hepsini boca ettikten sonra kırtasiye bölümüne yöneldim hızla. renkli, ayraç post-it'lerden aldım. şeffaf koli bandı diye tutturdum. avram "burada ne gezsin koli bandı" dedikçe inat ettim; "niye? kırtasiyelerde oluyor ama! hem şeffaf istiyorum ben." şeffaf olunca daha bir şık oluyor ya, d&r bunu göz ardı etmeyebilir sandım. gezdim bulamadım. avram'ın dalga geçmesine aldırmadan bizimle ilgilenen kızı bulup "sizde şeffaf koli bandı yok mu?" diye sordum ama kız da avram gibi güldü. ne var yani, oyuncağa kadar her haltı koymuşsunuz da şeffaf koli bandına mı gülüyorsun?" demedim. desem yeriydi yani. 


tam çıkarken, güvenlikçinin önünde durdum, "a... ben bir şey yapacağım, şuradan adi bir dergi alayım, sayfaları lazım" demiştim ki, bizim avram patladı:
"ne yapacaksın, koli bandı, adi dergi falan... gübre de lazım mı?"
"ne gübresi?"
"c4 üreteceksin galiba!"

güvenlikçi tarafından dertop edilip tutuklanmadıysak benim o sevimli yüzüm sayesindedir.




şimdilik ganimet bu kadar. on dokuz tane göründüğüne bakmayın, renkli post-it koyduğum alana yeni kitabım gelecek. avram'da henüz, kavuşmayı bekliyoruz.

beni bekleyin diğer d&r'lar...

öf... ayrıntı yayınları da yapsa böyle bir kampanya keşke. işte o vakit içimdeki sapık hepten açığa çıkar. okşanmadık kitap bırakmam yeminle(!)

bol kitaplı günler diliyorum hepinize... 

9 Ağustos 2012 Perşembe

YAZARLIK EĞİTİMİ, ATÖLYELER VE KİTAPLAR

herkesin konuştuğu, yazdığı, belki bıktığınız bir konu 'yazarlık eğitimi'. son senelerde biraz kabul görse de hala tartışılıyor; "yazarlık öğretilebilir mi?" sorusu. epeydir, yazmak ile yarama hiç parmak basmayıp susmak arası gel-gitler yaşadığım bu konuyu uçan balon'un bloğunda görünce öyle uzun bir yorum yazmışım ki, "ayıp" dedim kendi kendime, "uçan balon'un bütün sayfasını doldurdun!" silip kendi sayfamda yazmaya karar verdim düşüncelerimi. 

son dönemlerde çok artan yaratıcı yazarlık atölyeleri yetenek sınavıyla öğrenci almaz. herkes bilir ki, atölyeler sizi yazar yapmaz, böyle bir iddiası olamaz. ama hiçbir şey yapmazsa iyi bir okuyucu yapabilir. yanı sıra, kendi başınıza çok daha uzun sürede alabileceğiniz yolu kısaltabilir -eğer iyi bir atölye bulduysanız-. maalesef pek çoğunda yeterli eğitim yok. çünkü bir şeyi bilmek ile öğretmek aynı şey değil. iyi bir yazar ya da eleştirmen olmanız, iyi bir yazarlık eğitmeni olacağınız anlamına gelmez.

öte yandan, hep karşılaştığım ve hala anlayamadığım, hala aşamadığımız soru şu: "yazarlığın okulu mu olurmuş?" "yazarlık içten gelen bir şey değil midir?"... beste yapmak da yetenek işi, içten gelen bir şey; resim yapmak da... oysa kimse "ressamlığın okulu mu olurmuş?" demiyor. niye sizce? ne yani yazarlık çok mu kolay? hepimiz okuma yazma biliyoruz diye yazar olabiliriz o zaman(!) eh ilkokuldan beri resim yaptığımıza göre, ressam da olabiliriz pekala...

şimdi tüm bunlara verilecek cevap -her zaman karşılaştığım cevap diyeyim ya da-; "yazarların hepsi yazarlık eğitimi mi aldı sanki? sait faik yazarlık mı okudu?" peki ressamların hepsi okuluna mi gitti? ya da oyuncuların hepsi? sanat eğitimi sadece okulla olmaz. iyi yazarlara bakarsanız, diğer sanat dallarındaki gibi, bir usta-çırak ilişkisi içinde pişmiştir çoğu. "eleştiri' en önemli ilerleme yöntemlerinden biridir. çünkü kendi yazdığınız metne yabancılaşıp hatalarınızı bulmanız zordur. bence atölyelerin en büyük katkısı da budur. yazdıklarınız usta bir göz tarafından eleştirilir, üzerine tartışılır.

bir kitabı okurken; yazarın yaptığı dil oyunlarının, kurgudaki kıvraklığın, çatışmanın verilişinin, karakterin oluşturulmasının, bakış açısı karakteri seçiminin, toplumsal-düşünsel boyutunun, ilginçlik-inandırıcılık dengesinin nasıl kurulduğunun v.b. pek çok önemli şeyin farkında olmak yazar olmayı beraberinde getirmez. bu sizi iyi bir eleştirmen yapabilir belki... ya da sadece iyi bir okuyucu... yazar olmak, iyi yazıyor olmak, beraberinde yetenek de gerektiren bir şey. salt yetenek ise iyi bir ağaç gibidir. yontulmalı, işlenmelidir ki heykel haline gelebilsin.

teknik bilgi yeterli değil yazmak için. şöyle düşünelim; bir sürü tıp kitabı edindiniz. anatomi v.b pek çok bilgiyi yaladınız yuttunuz. bir beyin ameliyatının nasıl yapılacağını, en ince ayrıntısına kadar biliyorsunuz. bu sizin ameliyat yapabileceğiniz anlamına gelir mi? tıp fakültesinde boşuna mı uygulama eşliğinde, kadavralar üzerinde deneyerek öğreniyorlar her şeyi? boşuna mı ameliyata onlarca kez girip hocalarının neler yaptığını en ince ayrıntısına kadar izliyorlar? boşuna mı başta sadece hocaları izin verdiği ölçüde ve onların denetiminde aktif olarak katılıyorlar?

çok mu alakasız geldi örnek? o halde bir tiyatro oyuncusunu düşünelim. figürasyonla, küçük rollerle başlayıp, ustalarını izleyerek, onların eleştirileri doğrultusunda kendini geliştirerek öğrenmiyor mu işin inceliklerini? tiyatroyu seviyorsunuz, takip ediyorsunuz, iyi de eleştirebiliyorsunuz oyuncuları diye, sahneye adım attığınız an süper bir oyuncu olacağınızı mı sanıyorsunuz?

yazarlık eğitimi uygulamalı bir eğitimdir. salt tekniğe dayanmaz, işin matematiğini öğrenmek yetmez. karakter ile tip arasındaki farkı, karakter oluşturmayı öğrendiniz farz edelim, bunu uygulamak hiç öyle göründüğü kadar kolay değildir. çünkü takdir edersiniz ki, bilmek ile uygulamak aynı şey değildir!

gelelim kitaplara... farkındasınızdır, bu konuda basılan kitapların sayısında hızlı bir artış var. en son semih gümüş de katıldı aralarına. üstelik duyduğuma göre ilk baskı kısa sürede tükenmiş. "yazar olabilir miyim?"i ben de aldım ama henüz okuma fırsatım olmadı. haberdar olduğum yaratıcı yazarlık kitaplarını edinmeye çalışan biri olarak şunu söyleyebilirim ki, yabancı yazarların kitapları daha doyurucu. bizimkiler nedense dön dolaş aynı şeyleri söylüyor. üstelik anlamadığım şey, hemen hepsinin ilk bölümü "niçin yazıyoruz?" konulu. bu kitaplardan medet uman, bir şeyler öğrenmeyi bekleyen hepimizin derdi bu mu? ne vakit bu bölümü görsem, "yahu niçin yazdığımı bırak, nasıl yazacağımdan haber ver!" diye söyleniyorum. bir müzisyene "niçin beste yapıyorsunuz?" diye sorulduğunu hiç görmedim.


yazarlar da bu "niçin yazıyorsunuz?" sorusuna cevap vermekten bıkıp bırakacaklar yazmayı(!)


26 Temmuz 2012 Perşembe

İLİŞKİLER VE DENGE

her şey gibi ilişkilerin de bir dengesi olduğuna inanırım. bazen "bu adamla bu kadın nasıl anlaşıyor yeaaa" desem de, biraz uğraşırsam aralarında kurdukları dengeyi fark ederim. adam kadının söylediği her şeyi dinliyor ama 'sadece' dinliyordur mesela. aradaki mantık bağını kurmayı bırakmıştır. kurulacak bir mantık dizgesi yoktur zaten, külliyen saçmadır anlattıkları kadının. adam dinler, üzerine gram beyin hücresi eskitmez. hatta gelip olayı size anlatır aynen: "ya işte ayşe'nin de canı çok sıkkın. patron akşamları iki saat geç çıkartıyor artık. ayşe normalde 7'de evde oluyordu ama şimdi 6'da ancak geliyor. çok yoruluyor." patron iki saat geç çıkarıyorsa, ayşe nasıl üç saat erken geliyor diye soramazsın. sorarsan dengeyi bozarsın arkadaş, sormayacaksın. "he" deyip geçeceksin. en belirgin örneklerden biri de şudur: "ay... ama beni seviooo... seven erkek kıskanır. akşam ağzıma mıçtı o eteği giydim diye ama sor bir neden diye? (sakın sormayın) başıma kötü bir şey gelecek diye korkuyor. beni gözünden bile sakınıyor." maaşallah gözündeki morluk da ondan mı? elinden de sakınsa keşke.

özellikle uzun süreli ilişkilerde bunu daha net gözlemlersiniz. bazen size bu tamamen dengesizlik gibi görünse de, ilişkinin  sırrı orada gizlidir. fantastik metinler gibi düşünün. gerçek hayatla kıyaslayıp "amaan ne saçmalıyor bu yahu; keçi ayaklı adamlar, uçan ejderhalar mı olurmuş" demeyiz. kurgunun kendi içindeki mantığına, tutarlılığına göre değerlendiririz inandırıcılığını. ilişkiler de böyle işte. fantastik birer kurgu hepsi. dış dünyayla  örtüştürmeye çalıştığınız an elinizde patlar. patlamış bir ilişki kimsenin işine gelmez. patlayınca içindeki her şey dört bir yana dağılır. dengeledikleri o "saçmalıklar silsilesi" yayılıverir orta yere. ondan sonra aylarca dinle: "ay zaten bu adam bana şunu demişti de ben şüphelenmemiştim, ay bi gün de şöyle yapmıştı zaten, ay ben ne körmüşüm, bunun ayı olduğunu nasıl anlamamışım..." bla bla... eziyeti asıl çeken arkadaş çevresidir hep. o nedenle dengeler ile oynamayınız, fazla kurcalayıp ayarları bozmayınız! 

ha bir de uyandıran siz olursanız kabak başınıza patlar. günah keçisi olur, kadının ya da adamın cehenneminde yanarsınız. fitil fitil getirirler burnunuzdan. hatta üç güne barışır, beraberce sizi suçlarlar: "ayyy ben biliyordum zaten kıskanıyo o bizi aşkıaam... hep aramızı bozmaya çalışıyooo..." sefil karı! pardon bir an kaptırdım kendimi filme(!)


şşt... sakın uyandırmayın!

19 Temmuz 2012 Perşembe

SANAT, YASAK, FALAN FİLAN

tiyatro dergisi mimesis, müstehcen bulunup elazığ il halk kütüphanesinden kaldırılmış. sebep; m.ö 5. yüzyıla ait vazo ve kadehlerin üzerinde bulunan resimler. (haberini merak eden varsa burada. derginin konuyla ilgili yazısı ise burada) anladığım kadarıyla; terbiyesiz insanoğlu, edepsiz şeyler resmetti vazolara, dergi de bunların fotoğrafını koydu bir yazıya. bu edep meselesi çok önemli. aslında ta o zamanlar ceza verilmeliymiş yapanlara ama 26 yüzyıl sonra da olsa telafi etmek gerek. iyi ki o dönem doğmamışız, ne olurdu halimiz yoksa? edep, ar, haya kalmamış bu m.ö 5. yüzyıl insanlarında. 

benim kitaplığımda da eski sayıları var mimesis'in. birazdan hepsini toplayıp yakacağım sokağın ortasında ibret olsun diye. üstelik bunları öğrencilik yıllarımda almıştım. ne tehlike düşünün. hem de hocaların tavsiyesiyle. nasıl bir anne babam var benim? nasıl yolladılar beni öyle bir okula, aklım almıyor. bizim hocaların birkaçını (hatta hepsini) sallandıracaksın gündoğdu meydanında, bak bakalım bir daha böyle dergiler okutuluyor mu okullarda. 

ay böyle düşündükçe kan beynime sıçrıyor. neler neler anlattılar bize okulda. nasıl böyle temiz, pirüpak kaldım bilmiyorum. 

tiyatro iğrenç bir şey. sadece tiyatro mu, bütün sanatlar iğrenç. vazolara neler çizmiş adamlar, insanın aklı almıyor. 'sanat şunun için gereklidir' diyecek kişinin söyledikleri deli saçmasından öte gitmez. bence tüm sanatlar yasaklanmalı. zaten bir boka yaramıyor. ay pardon bok mu dedim? affedin, onca yıllık eğitimden sonra o kadarcık kusur kalmasını mazur görün. hocalar yüzünden hep.

ben bir akademi mezunuyum, itiraf ediyorum. yazıklar olsun bana.

öyle tuhaf sorularla karşılaştım ki öğrenciliğimden bugüne kadar, bir süre sonra cevap vermeyi bıraktım. 
-sanatın eğitimi olur mu sizce?
-sanat içten gelen bir şey değil midir?
-a... sizin okulda da bölümler mi var?
-mezun olunca iş bulabilecek misiniz?
-sanat karın doyuruyor mu bu memlekette?
gibi... gibi...

galiba en enteresanı şuydu: benim zamanımda, akşam beş oldu mu fakültenin önünde yol boyu öğrenciler dururdu. kimse otostop çekmezdi, sadece dururdu. çünkü o saatlerde oradan geçenler bilir, okulun önüne yanaşır ve gideceği yeri söyler, bir grup öğrenciyi arabasına alırdı. sanmayın ki sadece erkek şoförler, çokça kadın da dururdu. şimdi sanmıyorum kimsenin cesaret edeceğini. bazen aynı insanlara denk gelirdik; "aa geçen gün de sizi almıştım ben çocuklar" diyene çok rastlardık. işte böyle günlerden birinde, önümüzde duran  arabaya atladık birkaç kişi. ben öndeyim. şoför tanıdık değil, ilk kez yol arkadaşlığı yaptığımız, gençten, otuzlu yaşlarda bir adam. bindik, teşekkür ettik, adam sorular sormaya başladı. önde ben olduğum için sorulara da ister istemez ben cevap vermek durumundayım.
adam- öğrenci misiniz?
ben- evet
adam- nerede okuyorsunuz?
ben- (okulun kapısından bindik ya kardeşim) güzel sanatlar fakültesinde.
adam- ya... hmm... ımm... anladım... siz... şimdi... burdan mezun olunca güzellik uzmanı mı olacaksınız?
ben- evet!

yıllardır güzellik uzmanı olarak iş arıyorum. hala bulamadım.


yiğit özgür'ün "dayımlar sözlüğü" de bizim güzellik uzmanlığı gibi bir şey işte.