31 Ekim 2011 Pazartesi

ÇOK KİBAR

son zamanların en kibar insanı bu aralar benimle takılıyor.

şaka değil. önce bu kibarlık küçük, minik, sıradan jestlerden ibaret sandım. hani yeni tanıştığınızda bir erkekle ve dar bir yerden geçmeniz gerektiğinde kenara çekilip yol vermesi, kapıdan girerken size öncelik tanıması gibi... böyledir erkekler ilk etapta. bir ay içinde hepsini unuturlar. hele sevgili olmuşsanız o kibar adamın kısa zamanda nereye kaybolduğuna akıl sır erdiremezsiniz. kibar gider, yerine bir hödük gelir oturur yanınıza.

neyse konuyu fazla dağıtıp erkekler hakkındaki sevgi dolu düşüncelerimi aktarmadan, bizim kibar insanımıza dönelim... yol veriyor. dar bir yerden geçeceksek, mesela iki arabanın arasından, bizimki pek çok erkek gibi yol veriyor. hatta sigaramı yakıyor. eh bu da fena değil, yol vermek kadar sık olmasa da bazı erkekler tarafından yapılabiliyor. ama daha önemlisi, hatta ve hatta en önemlisi, arabadan inerken kapımı açıyor. evet... şaşırtıcı. ilk seferinde; beklememi isteyip kapıyı açacağını söyleyerek yerinden fırlayınca, olan bitene anlam veremeden oturdum kaldım koltukta. arkadan dolaşıp (evet evet arabanın önünden asla dolaşmıyor üstelik) kapımı açtı. şöyle bir havaya girdim, ne yalan söyleyeyim. etrafa baktım gören var mı diye. ne yazık ki, pek işlek bir sokakta değildik. sanmayın ki o anlık bir şey, ya da beni tavlamak için falan yapıyor... yok canım, adam düpedüz kibar. inanılmaz... günlerdir kapımı açıyor ve ben de victoria's secret meleği gibi süzülerek iniyorum arabadan. nasıl havalıyım, nasıl işveliyim anlatamam. biliyorum ki bu rüya bir gün bitecek, bari tadını çıkarayım edasıyla süzüm süzüm süzülüyorum. bilseniz nasıl bir mutluluktur bendeki... sanki bunca sene kapımı açmayan, tanıştığım ilk aydan sonra yol vermeyi bırakan, hatta bir yere girerken aynı anda hareket ettiğimiz için kapıya sıkışıp kaldığımız bütün o erkeklerden intikam alıyorum. değmeyin keyfime...

29 Ekim 2011 Cumartesi

SABAH İŞKENCESİ

eskiden "zır"lardı saatler. şimdi "dıt"lıyor. zaten saat bile değiller, kimi kandırıyorlarsa...


zamanı kandırabilir misin, sen ondan haber ver...


saat dıtlamadı ama çaldı. aslında çalan telefondu tabii... üstelik bu kez telefonun kendini saat sanması da değildi mesele. ama yine de saat niyetine çalmıştı. o arıyordu, uyandırmak için. uyumak istiyordum. halletmem gereken işlere inat, görmem gereken insanlara inat, ona inat uyumak istiyordum. sıcacık yatağıma gömülüp, rüyamın kalanını görmek... yarım kalmışlık duygusunu oldum olası sevmemişimdir. üstelik en kötüsü; bir aşkın yarım kalmışlığı hissi -ki bir kez tanışmışlığım vardır bu duyguyla-, bir de rüyaların yarım kalmışlığı -çokça hissettiğim...


konuştu, konuştu, konuştu... konuştuk... ne konuştuk o kadar bilmiyorum. konuşursam uyandığımı düşünüp telefonu kapatır sandım. yanıldım. kapattı telefonu. beş dakikalığına...


sonra yeniden aradı, hınzır gülümsemesini görebiliyordum -aklımın uyuyan yarısında bir rüya oldu gülümserkenki yüzü-.
"kalk" dedi.
"çok soğuk" dedim. (hayatımın dörtte üçü bu duygunun gölgesinde geçti)
"şimdi sağ ayağını çıkar yorganın altından."
sağ ayağımı yokladım, kıpırtısız yatıyordu. uyandırmak istedim, nafile. hareketsiz, diğerinin altında "çıkaramam, altta kalmış."
"o zaman sol ayağını çıkar yavaşça."
bomba imha ekibi kadar yavaştım. o ise, canımı almaya çalışan bombacı gibi... parçalandım. her parçam ayrı bir köşeye dağıldı odada... hepsini topladım bir bir, kalktım...


kalktım. kalkmam için elinden ne geliyorsa yaptı. kapı sesini duymadan telefonu kapatmayacağını söylediğinde kalktım asıl. odamın kapısını açıp kapadım. "tamam" dedi, "şimdi inandım kalktığına. telefonu kapatabilirim." sevindim. "on beş dakika sonra arayacağım." tam bir kabustu... karabasan... üzerime çökmüş, bir türlü kurtulamıyorum. en iyisi uyanmaktı. en iyisi uykuyu akşama kadar düşünmemekti. en iyisi yeni güne gülümseyerek başlamaktı. güldüm. "tamam... on beş dakika sonra..."

26 Ekim 2011 Çarşamba

İÇ SIKINTISI

bu iç sıkıntısı ne zaman geçecek bilmiyorum. birkaç gün oldu başlayalı, grip gibi giderek yoğunlaşıyor sanki... annem "kış sıkıntısıdır o." dedi. "hıı... olabilir. hiç sevmiyorum şu kışı" dedim ve arkası geldi:
-ne kışı?
-kış kışı...
-nasıl yani?
-soğuyor hava işte, sevmiyorum. yağmurlar da başlayacak yakında...
-yağmur yağsa, diyordun ya geçen gün.
-e... o geçen gündü. iki tane şemsiye aldım; biri parıltılı kalpli, diğeri leopar desenli. onun hevesiydi.
-iyi... kış nereden çıktı?
-ne diyorsun ya?
-ne bileyim, ben de anlamadım.
-alla alla kış sıkıntısı diyen sen değil miydin?
-ha... yok, k.ç sıkıntısı demiştim ben.
-hö?
-yattın koca yaz, şimdi zor gelir tabii çalışmak diyorum.
-hı... o da var...
-k.çın yemiyor, var bir de...
-abartmayalım istersen anne.
-tamam.

24 Ekim 2011 Pazartesi

BAŞLIKSIZ

cumartesi akşamı görüşecektim onunla aslında. işlerini bitirememiş, görüşememiştik.

vanlı. liseyi bitirene kadar orada yaşamış. bir kız kardeşi de evlenip van'a yerleşmişti birkaç yıl önce. dünden beri elim gitmiyor telefona, arayamıyorum. ne diyeceğimi bilmiyorum, sevgi'yi (kardeşi) nasıl soracağımı bilmiyorum, diğer tanıdıklarını, akrabalarını, arkadaşlarını...

aradım bugün. her aradığımda 'aradığınız kişi şu an başkasıyla görüşüyor' diyen o ses çıktı karşıma. yeniden aradım, yeniden söyledi... inatlaştık, ben aradıkça o aynı şeyleri söyledi. kendimi gerilim filmlerinin ortasında buldum. eve bir yabancı girmiş, korku içinde sindiğin yerden polisi arıyorsun ama sürekli "aradığınız tüm hatlar meşgul" diyor bir kadın sesi.

sonunda ulaştım. herkes iyiydi. rahatladım. sonra rahatladığım için kendimden utandım.

insan olmak bazen gerçekten zor... ya da ben zorlanıyorum...

22 Ekim 2011 Cumartesi

ÇAĞRILMAYAN

geldim... "gel" demedi aslında. "geleyim" dedim, gülümsedi. "gel" dedi mi o zaman bilmiyorum. takıldım peşine, geldim.
gidesim vardı zaten. daha uzaklaraydı aslında ama belki de en uzak yer burasıydı. geldim, gülümsedi. gece mavisi oldu her yer. ne aydınlandı, ne karanlıktı...
oturdum yanına. gelmiştim ya nasılsa, oturabilirdim de... güldüm çocuksu kıkırdamalarla. ne yapacaktım bilemedim.
işte şimdi buradayım, etrafa bakıyorum meraklı gözlerle. her şey yabancı. sonra... o, gülümseme, etraf, meraklı gözler, o, mavilik, etraf, tedirginlik, o, rahatlama, etraf, boşluk, o, göz kırpma, etraf, kocaman bir oyun alanı, gülümseme, kıkırdama, kahkaha...