her işin kendince zorlukları vardır. kimi bedenen, kimi zihnen zorlar sizi, kimi her iki açıdan da... herkes işinden yakınır ve başkalarının ferah içinde güle oynaya çalıştığı hissine kapılır. yani tamam, herkesin derdi kendine büyüktür ama başkalarının derdini görmezden gelmenin de alemi yok değil mi? hele sanatla, sporla falan ilgili bir mesleğiniz varsa gelen tepkiler hep aynıdır: "ay ne zevklidir sizin iş. hem keyif alıyorsunuz hem de üstüne para..." halbuki biz de olaya çoğu zaman bir tekel bayi kadar "iş" olarak bakıyoruz. kimse o adama gidip "ay ne güzel bütün gün içkilerin içindesiniz, ooh vur patlasın çal oynasın amma eğleniyorsuzundur siz" demiyor.
sanat ve spor ile ilgilenenler için de mesele hobi olmaktan çıkmış artık, önce bu konuda anlaşalım. işinizi sevmeniz, her dakika çok eğlendiğiniz anlamına gelmiyor. insanız yani, yoruluyoruz biz de... ha keyifli tarafları da var, yok değil ama sürekli eğlendiğimiz hissine kapılmanıza da gerek yok. belirli saatler dahilinde gidip işimizi yapıp, yorgun argın evimize geliyoruz işte. manevi tatmin de her daim var olan bir şey değil. farzedelim ki oyuncusunuz. yeni bir oyuna hazırlanıyorsunuz. metni okudunuz ve sevmediniz. gel gör ki, oynamak zorundasınız. üstelik o hiç beğenmediğiniz metindeki en istemediğiniz rol düştü şansınıza... sabahtan akşama, kimi zaman gece yarılarına kadar provadan iflahınız kesilmiş. yönetmene bir türlü beğendiremiyorsunuz yorumunuzu. adam ne istiyor onu da anlamıyorsunuz. (yönetmenin yorumu diye bir şey vardır tiyatroda. salt yazılı metin değildir ortaya çıkan. oyuncunun yorumu, yönetmenin yorumu... her şey dahildir izlediğiniz tiyatro oyununa.). yönetmenin size gıcık olduğuna eminsiniz (abi hoca bana taktı ya... ne yapsam beğendiremiyorum herife). provalarda, saatlerce aynı şeyi dön dolaş oynamaktan gına gelmiş. kusmak istiyorsunuz artık. kussanız, harfler saçılacak etrafa (aha bu benim repliğimin ilk cümlesindeki f, bu l, bu z...) ama yok, aylarca her gün, saatlerce o sahnenin üzerinde, ayakta... "dışarıda hava ne güzel yahu, millet şimdi sahilde oturmuş..." düşüncelerini savuşturmaya çalışıyorsunuz. role bürünüyor, antrenizi kaçırmamak için her şeyi takip ediyor, sahneye fırlayıp ilk repliğinizi söylüyorsunuz tam, yönetmen bağırıyor "olmadı! baştan! öyle girmeyeceksin demedim mi kardeşim ben sana? repliğin ortasında sağ elini kaldıracaksın, sol ayağını çapraz yapacaksın, dudağını bükeceksin, burnunu kaldıracaksın, kulaklarını oynatacaksın, kıçını sallayacaksın! kaç kere daha söyleyeceğim! baştan alıyoruz!"
geber! (iç sesiniz bu sizin) geber! ben seni doğuran anayı da, seni okutan hocayı da, seni buraya yönetmen yapanı da!..
hah çok zevkli di mi? ne güzel hem eğleniyorsunuz, hem de üzerine para alıyorsunuz. bitmedi... birkaç aylık provayı atlattınız ama bitmedi... o bıktığınız metni aylarca oynayacaksınız daha... hah ondan sonra bitecek işte.
ya işte güzel kardeşim, başta da dedim ya, her işin kendince zorlukları var. iğrenç tarafları var hatta. öyle "ay... sizin iş de ne zevklidir... ay... negseeel... ben de hep tiyatrocu (ya da ne ise işte zevkli görünen) olmak istemiştiiiğm..." demeyin güzel kardeşim. hele ki işten çıkmışsak, yorgunsak, stresliysek falan küfür ediyormuşsunuz gibi geliyor kulağa. bırakın kafa dağıtalım, başka şeylerden konuşalım, iki yudum bir şey içelim, gülelim, eğlenelim... keyfe keder çalışmıyoruz, para kazanmak için yapıyoruz, "iş" yani, adı üstünde... kaç kişi keyif olsun diye çalışabiliyor ki? zorunluluklar girince işin içine, para kazanma kaygısı girince, hobi olmaktan çıkınca bunalabiliyoruz biz de. sandığınız kadar da keyif almayabiliyoruz.
bu tabii işin karanlık tarafı. sonuçta sanatla veya sporla ilgili bir iş yapıyorsanız bunu bilinçli seçmişsiniz demektir. üniversite sınavında puanınız nereyi tuttuysa oraya yerleştirilmiş değilsiniz en azından. üç aşamalı yetenek sınavına giren yüzlerce kişiden elene elene ilk ona kalmışsınız ve 4 sene deli gibi çalıştırılmışsınızdır. sınav döneminde bile siz, akşam 5'e kadar derse girmiş, yarım saatlik bir yemek arasından sonra 17:30'da provaya başlamış, gece eve gitmiş, sabaha kadar ertesi günün sınavına çalışmış, sabah sürünerek sınava gitmiş, akşama kadar derse girmiş, akşam provaya girmiş, gece gelip sızmamak ve ertesi günkü sınava çalışmak için... ölmüş gebermişsinizdir. üstelik mezun olup çalışmaya başladığınızda o öğrencilik yıllarını özlemişsinizdir. yani siz, işinizi gerçekten seviyorsunuzdur. ama bu işinizin kolay olduğu ya da her daim keyif verdiği anlamına gelmez.
mesleğimi seviyorum. işimi bazen seviyorum. yoruluyorum, keyif alıyorum, keyif almıyorum, emek harcıyorum, kendimi biraz daha geliştirmek için çabalıyorum... bazen dışarı çıktığımda kelimeleri bir araya getirip cümle kuramıyorum. saatlerce konuştuğum halde, normal bir şey konuşamaz, derdimi anlatamaz hale geliyorum. kafamı toparlayamıyorum. beynim jöle kıvamında salınıp duruyor kafatasımın içinde. sonra biri geliyor "aman sizin işte ne var? napıyorsunuz yani beyin ameliyatı mı?" edasıyla konuşuyor karşınızda, ciddiye dahi almıyor çabalarınızı. ya da "ay... sizin iş de ne zevklidiiğr diğğ miiiii... çok eğleniyorsunuzduuuur" diyor ya... ha işte o zaman kafa atasım geliyor.
saygılar...
oh rahatladım!