31 Mayıs 2012 Perşembe

HAYAL KIRIKLIĞI

çok kırgınım. hepinize. ne hayallerim vardı, yıktınız. nasıl yapabildiniz böyle bir şeyi? nasıl hakkımı yiyebildiniz o kadar rahat? kim verecek hesabını şimdi yıkılan hayallerimin? kim? hanginiz?

önemsedim. bloğumu, yorumlarınızı, yorum bırakmayan ama okuyanlarınızı, hatta okumayanlarınızı bile... hak etmedim bunu.

çok kırgınım. hepinize...

bir yarışma yapılıyor ve ne oluyor? ben en entelektüel blog seçilemiyorum! yazık verdiğim emeklere. o kadar insan tiplemeleri yazdım, defter kalem tanıttım, geyik muhabbeti çevirdim, bir dünya mim yazdım, hadi hepsini geçtim, oje konusunda bile yazdım yahu. yelpazem ne kadar geniş görün. ama ne oldu? takipçilerim kadir kıymet bildi mi? nerdee...

saçımı süpürge ettim sizin için ayol! nereden bulacaksınız benimki kadar entelektüel blog?

o ödül benim hakkımdı bi kere. en entelektüel blog ben olmalıydım. 

esefle kınıyorum sizi.

allah iyiliğinizi versin işşalla(!)


28 Mayıs 2012 Pazartesi

PAZAR KEYFİ

gezdim, tozdum, yedim, içtim enerjim yerine geldi. güzel bir gün geçirdim. 

uyku düzenim iyice bozuldu. söylemiştim galiba daha önce, sabah yatıp öğlen kalkıyorum. işe gitmek zorunda olmasam hiç kalkmayacağım. öyle de bir uyku modundayım. gece cin kesiliyorum, o ayrı. cin dedim de aklıma geldi, bazı insanlar cin diyemez, üç harfliler der. onlar cin içerken ne der mesela?
-abi nerdesiniz, napıyorsunuz?
-bardayız birader, üç harflilerden içiyoruz.

öğleye doğru sevgili aradı, uyandırdı. kendisi benden önce bir sabah kahvaltısı organizasyonuna katıldı lise arkadaşlarıyla. hayranım azimlerine. ben lise buluşmalarına kırk yılın başı giderim, o da akşam olursa. sabah kalkacağım da, kahvaltıya gideceğim de... peeh... hiç bana göre işler değil. 

neyse... kahvaltının sonuna gelince beni arayıp uyandırdı. hazırlandım, geldi bir kez de benimle kahvaltıya gitti. içeri girdik, sanki herkes akşamdan kalmış. ayol öğlen olmuş, hala mı kahvaltı yapıyorsunuz biraz erken kalkın değil mi ama? yok bütün izmir sözleşmiş gece içelim, geç yatalım, öğlen kahvaltıya gideriz, diye. üstelik deniz kenarındaki masalar dolu. bir tane boş var, onun da rezervasyonu yapılmış. ben tabii iç tarafta bir masa gösterilince ve kalabalığı görünce kapris yapma hakkımı kullandım. "burası mı yeaaa.... çok kalabalıkmış... başka masa yok mu?" diye mızmızlanırken sevgili hakkımı elimden aldı. ağız tadıyla iki dakka kapris yapamadım, "başka yere gidelim o zaman" dedi en ciddi haliyle. "ehu yok oturalım her yer kalabalıktır bugün". hayır sanki roma'ya götürecek kahvaltıya beni özel jetimizle. zaten ölüyorum açlıktan... neyse oturdum çenemi kapayıp. belli, kapris çekecek hali yok, hemmen dümeni kırdım.

mis gibi deniz havası, güzel bir kahvaltı masası, çay may derken kendime gelecektim ki, aksi oldu. bir mayıştım, bir ağırlık çöktü bana, utanmasam koyar kafayı uyurdum. gözler kısıldı, vücut iyice gevşedi ki, sıçradım. bir gürültü patırtı, çoluk çocuk sesleri... noluyoruz derken palyaçoyu gördüm iç mekandaki. etrafında da epey bir çocuk koşturup duruyorlar. ve palyaço mütemadiyen bağırarak bir şeyler söylüyor. allaaaam o palyaço iki dakka susmadı. iki saat boyunca en yüksek tondan, en rahatsız edici sesiyle bağırdı durdu. yok ama sabırlıyım, takılmamaya çalışıyorum, dinleneceğim, kafa dinleyeceğim. "oh... hava sıcak, deniz, martılar, palyaçonun sesi (kov kov kafandan), çayım, kitaplarım, karşımda sevgilim, palyaçonun sesi (yok yok düşünme, duyma onu), tatil günü, iş yok, stres yok, ne bağırıyor lan bu palyaço (unut unut)... iki saat direndim. yeminle bak, hiç arıza çıkarmadım. zaten sevmem palyaçoları; pazar günü, en yoğun zamanda doğum günü mü kutlanır o mekanda yahu? kalktık. hesabı öderken de, palyaço yüzünden indirim yapmaları gerektiğini, işkenceye maruz kaldığımızı ifade etmeden duramadım tabii...

ben ki, öğleden sonra arkadaşımın yönettiği oyunu izlemeye gidecektim, sırf temiz havanın, güneşin tadını çıkarmak istiyorum diye vazgeçmişim; bu nasıl bir cezadır yahu! tanrılar yine benimle dalga geçiyor. sanırım bu kez dionysos taktı bana. "tanrısı olduğum tiyatroya gitmezsin sen ha... al bak palyaço. bu da sana kapak olsun!" yetti mi? yok, yeter mi hiç? kaçarken en sevdiğim ceketimi bırakmışım. birkaç saat sonra fark edip döndük mekana ama yok. kesin o adi palyaço aldı. 

oradan kalkıp bir süre de başka yerde oturup sohbet ettik. bir türlü rahatlayamadım, gerginliğimi tam manasıyla atamadım. sevgili sıklıkla gittiğimiz balıkçıya gitmeyi önerdi akşama. içesim de yoktu ama ona eşlik ettim; bir kadehcik. iyi geldi. rakı değil, orada sohbet etmek. epeydir öyle güzel sohbet etmemişiz, kendimize dair bu kadar konuşmamışız onu fark ettim. iyi oldu, aşk tazeledik (!)

kendime geldim resmen. en sevdiğim cekete mal oldu ama olsun, değerdi bugün için. yarın mı? dionysos ile randevum var yine. üstelik bu aralar aramız hiç iyi değil malum. 


palyaçoyu unutup kitaba konsantre olma savaşım. 

sevgili'nin istanbul'dan getirdiği, beni mutluluktan delirten (kesinlikle ve sadece mutluluktan... bakmayın siz ona; deli gibi kitap kapaklarını okşuyormuşum da, taciz ediyormuşum da falan...) sürpriz üç ciltlik kitabımın ilki. 



aha bu da palyaçoyu aklımdan çıkarmaya çalışırkenki halim. aynen böyleydim ben de o sevimsiz boya küpü bağırdıkça. bayılıyorum bu fırat'a.



iyi haftalar hepimize...


27 Mayıs 2012 Pazar

İÇİMDEN GEÇENLERİ SİLMEZSEM...

suvebeyaz mimlemişti epey bir önce, içimizden geçenleri silmeden yazacakmışız. silmeden demek sansürlemeden demek değildir değil mi? yok yani sansüzsüz yazmak gerekse benim bloğu kapatmak lazım sonrasında. malum gergin günler geçti. geçti mi? çoğu geçti, azı kaldı diyelim. şu haziran ayını bir atlatsam rahat edeceğim ya, onun hayaliyle yaşıyorum resmen. yaz, ne güzel bir mevsimsin sen ya...

dali tablolarında yaşıyor gibiyim son dönem. bakıyorsun, bir şey görüyorsun, dikkatle baktığında o bir şeyin bir sürü başka şeyden oluştuğunu görüyorsun. nasıl anlatacağımı da tam bilemedim aslında. en son bir dali tablosu eklersem daha iyi olacak sanırım. 

bu ara bir şey paylaştığım yok. blogda yazmıyorum, twitter hesabım zaten göstermelik,  facebook a şöyle bir bakıp çıkıyorum. şöyle bir bakıp çıkarken de enteresan duygulara geçiş yapıyorum. şimdi bu "oradayız, buradayız, bak nasıl da eğleniyoruz, aha da sana fotoğrafı" meselelerine alıştık da, durum iyice vahim olmaya başladı. böyle bir yarışmalar, nispet yapmalar... bak biz çok mutluyuz, bak biz daha mutluyuz onlardan. aha bu kocişim, aha bu çocuğum, aha bu sevgilim, aha bu şiirim, aha bu evim, aha bu arabam, bu da gittiğimiz mekan... ne oluyoruz kardeşim, o kadar mı medyatik oldunuz? geçen gün "işte yeni evimiz" diye oda oda tüm evini fotoğraflayıp face te paylaşana rastladım. "bu yeni koltuklarımız, bu yeni perdemiz, evim şahane." çüş... ne zaman bu kadar görgüsüz olduk biz? ne işim var senin yatak odanda? ayrıca yatağın niye ilgimi çeksin? kendi yaptığın bir şey de değil. kitaplığını çek, yayınla bakayım ağzımın suyu akarak. bilmem nereden aldığın bilmem kaç ekran televizyonunu görünce ne olacak yani... 

bu aralar  birçok şeye ayar oluyorum. bazılarına her daim güler yüzlü olmak zorundayım ya mesela, ona da uyuzum. belki öyle olmak zorunda bile değilimdir, ben öyle sanıyorumdur. arada bağırıp çağırmak istiyorum mesela. her sorulana cevap vermek zorunda olmak, her anlatılanı dinlemek zorunda olmak, her anlaşılmayan şeyi açıklamak zorunda olmak... itiraf ediyorum son zamanlarda birçok kez "kötü"yü de oynadım. hatta kızmadığım zamanlarda kızmış gibi davrandığım bile oldu. yalan da söyledim. koca bir grup insanın gözlerine bakarak hem. bazen gerçekten höt zötten anlıyor insanlar. zorla höt zöt yaptım yani, tamamen rol...    anlayacağınız, kızmak istediğim zaman sakin olmam, kızmak istemediğim zaman kızmış gibi yapmam gerekti hep. öyle de enteresan bir hayatım var (!)

ay bu çelişkiler, bu geçişli ruh halleri, bu rol yapmalar dengemi bozdu iyice.  tatil gelse de bir ayar yapsam kendime. hep beraber rahat etsek. sevgili de şaşaladı iyice, adam bana nasıl davranacağını bilemez halde. en çok ona yazık galiba. adam iş seyahatine gidiyor özlüyorum, geliyor surat yapıyorum... surat asıyorum, silemedim ya yasak... onu surat astığımdan değil tabii, hayata surat asıyorum esasen. o da hayatımın orta yerinde bir yerlerde olduğundan, denk geliyor işte.

aha bu da dali tablosu:


yapılacak çok iş var ama benim hiç enerjim yok sanki. yemek yapıp yemek bile zor geliyor. akşam yemeklerini tost ile geçiştirmekten vazgeçsem iyi olacak. bu ruh halinden çıkmak için önerisi olan varsa ya hemen yazsın, ya da sonsuza dek sussun.

şşt... sevgili, günah çıkardım bak. yarın sabah beni kahvaltıya götür, evde bir lokma ekmek yok.

19 Mayıs 2012 Cumartesi

ATLATTIK

benim için önemli bir akşamdı. başarı dilekleriniz yerine ulaştı sanırım, teşekkür ederim. kazasız belasız atlattık. sanırım başardık da... güzel bir akşam oldu. darısı bundan sonrasına...

belki yazarım ayrıntıları da başka zamana...



emeğinin karşılığını almak gibisi yok.


17 Mayıs 2012 Perşembe

ÖNEMLİ GÜN VE HAFTALAR

dananın kuyruğunun kopmasına bir gün kala... yarın benim için önemli bir gün. özellikle akşam 8'den itibaren... lütfen başarı dileyin bana ve grubuma... içinizden bile olsa...



sonrasında biz de kutlayacağız ama böyle şeyler olmaz herhalde (!)


15 Mayıs 2012 Salı

GÜNÜN MENÜSÜ

CUMANIN STRESİ
malzemeler: bekleme, çalışma alanını düzenleme, sunum gün ve saatini teyit etme, ciddiyet, sinir, stres, bekleyiş, çalışma, beş dakika çay molası, katlar arası koşturma, gruplar arası gidip gelme, müdürün burnunun ortasına yumruk atma isteği...
yapılışı: hepsi kulak kıkırdağı sertliğinde yoğrulur. kızgın ortamda pişirilir. 



BUGÜN NE ÖĞRENDİK

öyle sessiz, sakin durmayacaksın. karşında çok sevdiğin, kırmak istemediğin biri dahi olsa çata çat didişeceksin her fırsatta. 'büyüktür, saygı göstereyim' ya da 'ama ben onu çok seviyorum, ne derse desin kabulümdür' gibi şeyler düşünmeyeceksin. karşındaki seni fikirsiz sanıyor. saygı duymuyor, sevmiyor. öyle hayran hayran bakma,  o seni ciddiye bile almıyor.

kavgayı zekadan sanıyor. susmayı aptallığından...


12 Mayıs 2012 Cumartesi

DOLMA KALEMİN HASTASIYIM, KARALAMANIN USTASIYIM

bugün bir mutluluk havası estiriyordum ki sormayın... sonunda lenslerime kavuştum. daha önce bahsetmiştim doktorun lens yasağı koyduğundan (burada). yeter bu kadar, çok bile dinlendi gözlerim dedim ve lens aldım. gözlükten nefret ediyorum. resmen ediyorum ya napayım, elimde değil. 

taktım lensleri; dağıttım, saldım saçları, hatta kalem bile çektim gözlerime, fırladım sokağa. sevgilinin bugün için sözü vardı, beni altınyol'daki büyük kırtasiyeye götürecekti. pek mutluydum, çok mutluydum, en mutluydum. 

uzun zamandır dolma kalem almak istiyordum. ev dolma kalem mezarlığı... uzun, tabut gibi bir kutuda saklıyorum cesetleri. atmam, koleksiyonum var. 

kırtasiyeye girince bir şaşkınlık anı yaşamadım değil. gözlerim fal taşı gibi açıldı, öyle kaldım. sağa sola bakındım, kendime hemen bir rota çizdim. "şuradan başlayalım" dedim ama bir baktım iki dakika içinde sevgili yok olmuş. dağınık dağınık geziyor. bense rotamdan inatla şaşmadım. atladığım hiçbir koridor olmamalıydı, her şeyi görmeliydim. arada yanıma gelip "bak şurada çok güzel kalemler var, tam senlik orası" diye aklımı çelmeye çalışan sevgiliye bir çalım atıp, beni baştan çıkarmasına, rotamdan sapmama sebep olmasına izin vermeden devam ettim yoluma. normalde böyle değilimdir ha... öyle planlı programlı iş yapamam hiç. kırk yılın başı bir plan yapsam, onu ilk bozan yine ben olurum. "amaaan sıkıldım" der iki dakkaya cayar, yine kafama göre takılmaya başlarım. bugün hayatımın en kararlı günüydü galiba. 

kırtasiye epey büyük sayılmasına rağmen, aradığım her şeyi bulamadığım için biraz hayal kırıklığı yaşadım aslında. stickerlar çok çeşitli değildi mesela. istediğim mini post-itler çok pahalıydı. gerçi ben o fiyat etiketinin yanlış olabileceğinden şüphelendim ama sevgili "doğrudur" dedi. ayrıca dekoratif bantlardan da bulamadım. yine de mutluydum. her zamanki gibi simli yazan kalemlerden aldım. bir de hani olur ya tavana yapıştırılan, karanlıkta parlayan şekiller... bende yıldızlar vardı, orada da yunus ailesi buldum, aldım. en sevdiğim figürlerdendir yıldız ve yunus. bir de melek figürünü çok severim, hani rönesans resimlerinde bolca kullanılan çocuk melekleri ama... keşke onlardan da yapsalarmış.

dolma kalemde çeşit ne çoktu, ne de az. 23 liradan 1500 liraya kadar her bütçeye uygun vardı diyebilirim. ben ucuz bir şey almak istiyordum bu kez. bütün iyi marka dolma kalemleri bir şekilde yaralayıp ya da öldürüp tabutta biriktiren biri olarak, kendime güvenim tamdı. yeni alacağımı da kısa sürede tabuta göndereceğim konusunda yani. o yüzden ucuzuna kaçtım. bir tane beğendim, tükenmez kalemi ile takım. üstelik fiyatı sadece 23 TL. bir süre tereddüt ettim,  iyi yazıyor mudur, ucu nasıldır falan diye. bizimle ilgilenen kızdan bilgi alabilmek için birkaç soru sordum. öyle cevaplar verdi ki, ("bütün dolma kalemlerin ucu aynıdır" gibi) bir baktım ben kıza dolma kalem konusunda bilgi veriyorum. çok kararsız kaldım. sonra aldım, nasıl olsa pahalı bir şey değil diyerek. çok mutlu oldum. çok çok çok mutlu oldum.

oradan çıkıp kendimizi karşıyaka'da, benim işime yakın olduğu için sık gittiğimiz, sahildeki yere attık. çayları söyledik, ben hemen açtım poşeti, sevdim kalemlerimi... sonra taktık kartuşunu ve denedik.  değişik kağıt cinsleri üzerine bol bol imza attım, adımı yazdım, yetmedi başkalarının adına geçtim, bir sürü  karaladım, sırf yazmış olmak için saçmaladım... dolma kalemim harika yazıyor. cidden bak. hem ucuz, hem güzel. aslında "içimdeki kokoş" açığa çıkmış, taşlı dolma kalem istemiştim ama bu da güzel. zaten orada taşlı yoktu hiç.

bu yunusların bir de pembeleri vardı ama ben mavi aldım.






kalemin gövdesi deri dokusu...



aşağıdakiler de simli yazan kalemlerim. fakat fotoğraf kalitesi iyi olmadığı için parıltılar görünmüyor sanırım.





bu beşli kalemleri daha önce almıştım. yine de göstereyim dedim. üçgen formda oldukları için biraz endişeliydim ama ele gayet iyi oturuyor, kullanımı kolay. sanırım kenarları sivri olmadığı için normal yuvarlak bir kalemle yazıyormuş hissi yaratıyor. özellikle su yeşili olana bayıldım. sırf onun için aldım desem yeridir.




11 Mayıs 2012 Cuma

SIRRA KALEM HARİKALAR PARKINDA

çok güzel değil mi? 

hani sabah bıraksanız beni oraya, akşama kadar sıkılmadan kalırım. debelenir dururum çimlerin üzerinde. oohhh çıkar at saati, ayakkabıları, üzerindeki tüm gereksiz şeyleri. yayıl yere, yuvarlan sağa, arada bir sola... çek çiçek kokularını içine, yuvarlan, renklere bulan...

çok beğendim. siz de görün istedim. insan mutlu oluyor baktıkça. 

İKİ MİM

bu ara tembellik ediyorum. doğru düzgün yazdığım yok. çok yoğun çalıştığımdan falan değil ha, benimki kafa yorgunluğu. o da çok çalıştığımdan değil. kafamı neye, niye bu kadar yorduğum meçhul. ama hep yorgunum arkadaş, nasıl iş anlamadım. en az çalıştığım, buna rağmen en çok yorulduğum sene bu. enteresan yani...

neyse yazamıyorum işte. bu akşam bari mim yazayım derken ikincisi de gelmiş. hah, dedim, topluca aradan çıkarayım.

biricit'ten yine... bizim biricit'ten de saklanılmıyor, ortadan kaybolsam bile sobeliyor. çok cin bu kız...

ilk mimimiz NE OLMAK İSTERDİN mimi:

ne olmak isterdin?
ben boş gezenin boş kalfası olmak isterdim. 

çocukken bu soruyu hep sorarlardı da, sırf söylemiş olmak için bir meslek sallardım. öğretmen derdim mesela. olmak istediğimden falan değil, soruyu boş geçmeyeyim diye sadece. belki biraz annemin de gazı vardır. öğretmen ol, yarım gün çalış falan diye gazlamış olabilir. (çocukken gazladı mı bilmiyorum da, lisede çok söyledi. babam avukat olmamı istiyordu, annem öğretmen. sonra ben bir şey olamadım galiba.)

biraz daha büyüyünce ben yazar olacağım falan demeye başladım. "gazetecilik okuyacaksın o zaman" dediler. tamam, dedim. "ama okul bitince bir süre haber peşinde koşman lazım, kimse sana bir masa verip hadi köşe yaz demeyecek" dediler. caydım. ben gazeteci olmak istemiyordum ki. sadece yazmak istiyordum. fakat gördüm ki, memlekette bir yaratıcı yazarlık bölümü yok. o ara yazar olamıyorum, psikolog mu olsam acaba dedim. sonra gittim güzel sanatlar fakültesine girdim. 

işte sonra bir şey olamadım galiba.

asla yapamam, benden olmaz dediğin meslekler neler?
doktor olamazdım, yara bere görmeye dayanamam ben. polis olamazdım ya da asker; mizacıma, dünya görüşüme ters. satıcı olamazdım, para istemeye utanırdım. avukat olamazdım, "pöf ben ezberleyemem roma hukuku falan" dedim hep, ezberlesem bile uğraşamazdım ben enteresan müvekkillerle. aslında bir sürü şeyi olamazdım, benden ne olabileceği sorulsaydı cevabı daha kısa olurdu. hem siz yorulmazdınız, hem ben...

çocuk mu, kariyer mi?
çocuğum da yok, kariyerim de. rahatım yani. ayrıca niye illa birini seçmem lazım? 

eşinin hangi mesleği yapmasını isterdin?
bana ne ki? istediğini yapsın. neyle mutlu olacaksa onu yapsın. akşam eve mutsuz gelip bana sarmasın yeter.


gelelim ikinci mimimize... 

KİTAP MİMİ:

1- ne sıklıkla kitap okursunuz?
her gün bir şeyler okuyorum. ne sıklıkla kitap bitirdiğim belirsiz ama. bazen aynı anda birden fazla şey okuduğum için...

2- en sevdiğiniz yazarlar?
ihsan oktay anar, isabel allende, marquez, tezer özlü, nurdan beşergil... den başlar, dostoyevski'den çıkarım saymaya başlarsam. 

3- en beğendiğin kitaplar?
son dönem en beğendiklerimi yazayım sadece. iyi geceler öpücüğü (nurdan beşergil), sonbaharda sarhoş bir kasaba (ferhat uludere)
iyi geceler öpücüğünü mutlaka okuyun demiş miydim?

4- yerli - yabancı hangi yazarların kitaplarını daha çok tercih edersin?
benim ayrımım yazdıklarıyla ilişkili. genel olarak toplumcu gerçekçilerden hoşlanmadığımı söyleyebilirim. hatta bir dönem tür romanından soğudum sayelerinde. onun dışında türk, kürt, laz, ermeni, japon, yunan ya da papua yeni gineli... hiç fark etmez yani. latin amerikalılara özel ilgim var ama.

5- bu güne kadar en beğendiğin kitap serisi?
new york üçlemesi (paul auster). aklıma ilk o geldi.

6- daha çok hangi tarz okumaktan hoşlanırsın?
ben bu soruyu 'tür' olarak değiştireceğim, içimden öyle geldi.  "kişisel gelişim kitapları" denen şeyden hiç hoşlanmıyorum onu belirteyim. roman seviyorum ben en çok. 

7- en son hangi kitabı okudun?
mesleki... yazmayayım boşa adını. bu ara mesleki kitaplar okuyorum. bazen araya edebi eserler alabiliyorum sadece. 

8- şu anda hangi kitabı okuyorsun?
elimde iki mesleki kitap var. ikisini aynı anda okuyorum.

9- kitap blogları hakkında ne düşünüyorsun, yeterli mi?
takip ettiğim fazla kitap bloğu yok. ama bloglarda yazılan kitap yazılarını okuyorum genelde, ilgimi çekenleri not alıyorum hatta. iyi oluyor. ben genel bilgi almayı seviyorum. okumadığım bir şey hakkında uzun uzadıya bilgi edinmeyi sevmiyorum. sıkıyor, okuma hevesimi kırıyor. izlemediğim bir filmi birinin baştan sona anlatması gibi...

10- kitap okumak sizin için ne ifade ediyor?
uçmak...


sanıyorum ki, son dönem artan mimlerden çoğunluk sıkıldı. o yüzden kimseyi mimlemiyorum ilk kez. dileyen yazsın.

ve bir mimin daha sonuna geldik. hatta iki mimin... esen kalın...

7 Mayıs 2012 Pazartesi

BUGÜN NE ÖĞRENDİK

insanın ağzından çıkanı kulağı duymalı. 

bazen sinirle söylenen sözler öyle bir çıkarki ağzınızdan, siz bile şaşarsınız lafın gittiği yeri fark ettiğinizde. söz amacını aşar, yeniden şekillenir, bambaşka bir hal alır. sonra ne deseniz boştur. ne özrü vardır, ne savunması... sonrası dipsiz kuyu... derin pişmanlık... suçluluk... çok sevdiğiniz birini üzmenin acısı... ruhunuzda bir kambur gibi... ne yapsanız düzelmez...

4 Mayıs 2012 Cuma

ÖDÜLLÜ MİM


domatessuyu, nilberk ve zeugma mimlemiş, ödüllendirmiş. teşekkür ediyorum üçüne de. pek mutlu oldum.

bu mim olayı giderek zorlaşıyor demiştim daha önce de değil mi? başlıyorum...

1- bu ödülü siz de 11 arkadaşınıza verin
işte mimin en büyük zorluklarından biri... 

kuralı biraz esnettim, 11 kişiyi geçti. ama zaten bu tip kurallar ne içindir, hepimiz biliyoruz değil mi?

2- ödül sahiplerine ödüllerini bildirin.
bu kuralı da biraz esnetelim, okuyanlar bilecek nasıl olsa. zeugma, nilberk ve domatessuyu da aynı mantıkla hareket etmişler zaten. ben arkadaşlarıma uyum sağladım sadece.

3- kendinizle ilgili 7 gerçeği paylaşın
-iki dakkada samimi olup "canım cicim" diye konuşanlardan çok hoşlanmam. insanlarla çok çabuk samimi olmam. 
-para konuşmayı sevmiyorum. iş için bile olsa... aldığım bir ürünün fiyatını bile ertesi güne unutmuş olurum ben. 
-otorite ile bir sorunum var. sıkıntıya, kısıtlamalara gelemiyorum.
-kırtasiye ve oje takıntım var. kalem koleksiyonu yapıyorum ve ojelerimin sayısını ben bile bilmiyorum.
-"herkesi sevelim, hayatı sevelim" modunda dolaşan insanlara gıcık oluyorum. birilerini de sevmeyiverelim, niye sevecekmişim hak etmeyen hödükleri? tı allam yaa...
-inadım tutarsa pire için yorgan yakabilirim. ona göre yani...
-yazdıklarım genelde eğlenmek için. yani bloğumdan yola çıkarak hakkımda edineceğiniz fikirlerin garantisini veremem :)

4- size ödül verenlere teşekkür edin
evet kibar olmak gerek. tekrar teşekkür ederim domatessuyu, nilberk ve zeugma.

5- ödül fotoğrafını bloğunuza ekleyin
ekledim ekledim, bakın en başta.

bir sonraki mimde buluşmak üzere... esen kalın...

2 Mayıs 2012 Çarşamba

FOÇA'DA DEPREM

sevgili döndü dün akşam. bugün için güzel bir plan yapmış; foça'ya gidilecek. yolda köy kahvaltısı yapılacak, foça'da kahve içilecek, gezilecek, denize bakılacak, kitap okunacak, yemek yenilecek, yan gelip yatılacak... yarın yeniden yola çıkacağı için sanırım bu kıyak. tamamen gönül alma olayı yani, bir nevi rüşvet de diyebiliriz. 

foça'yı (eski foça'yı) ikimiz de seviyoruz. yakın olması avantaj. ha tabii bir de sevgili'nin annesi foçalı olduğu için "memleketim" durumu söz konusu. 

yol üzerinde ağaç altlarına, çimlere atılmış masalarda kahvaltı yapabileceğiniz işletmeler var. ilk olarak güzel bir serpme kahvaltı yaptık tabii. karnımızı doyurup yola devam ettik. havalar iyice ısındı, deniz kenarı eser mi diye düşündüm ama benim gibi çok üşüyen biri için bile gayet sıcaktı. önce kale tarafında çayımızı, kahvemizi içtik, ayrı kaldığımız zamanlarımızı anlattık. sonra "küçük deniz"e doğru yürüdük, biraz da orada sıvı tükettik. sevgili açtı kitabını okuyordu ki, ben havalara bakmaya başladım. yanıma iki kitap almıştım ama nedense canım hiç okumak istemedi. arkama, sağa, sola, havaya baktım. bunları büyük hareketlerle yaparsanız yanınızda kitap okuyan adamın bile dikkatini çekmeyi başarırsınız. kitap kapandı hemen; 
-sıkıldın mı?
-hı hı...
-napalım?
-bilmem.
-yürüyelim mi?
-ı ıh...
-kitap okumuyor musun?
-canım istemiyor 
-napalım?
-konuşalım...
adama kitap okutmadım. iki gündür pek bir enerjisizim. canım da sıkılıyor hep nedensiz. biraz daha oturduk. sonra yürüyelim dedik. kalktık. deniz kenarında yürüyoruz. hafif, ılık bir rüzgar yüzümüzü okşuyor. çok değil belki on adım atmışızdır, belki daha az. bir uğultu oldu, sonra insan sesleri... kadın sesleri daha ziyade. sert bir rüzgar, küçük hortum gibi bir şey geliyor olmalı arkamızdan. döndüm, baktım, bir şey yok. kadınlar oturuyor karşıdaki kafede, neden bağrışıyorlar? derken anladım. önce bir titreşim hissettim ayağımın altında. durdum. durduk. sonra hızlandı, dengesizim. yer ayağımın altında titriyor. uzaklara bakıyorum anlamaya çalışarak, görüntü titriyor, binalar, dağlar, her şey titriyor. kamerayı sallıyormuş gibi biri ve ben o çekimi izliyormuşum gibi. ilk kez yakalanıyorum bir depreme dışarıda. dönüp denize bakıyorum dalgalandı mı diye, sakin. belki bir o sakin. geçiyor. geçmiyor, geçti sanıyorum. ya küçülmüş, hala devam ediyor, ya da benim dengem bozulmuş hala salınıyorum. "korktun mu?" diyor. bilmiyorum. o an değil, bitince korktum. "annem yazlıkta" diyorum. birden elim titriyor."annem yazlıkta, babam da yoktur şimdi" telefon elimde, ellerim titriyor ama çaktırmıyorum. ekranımdaki kısa yollardan rehber yerine ajanda ya basıyorum, çıkıyorum, rehbere basıyorum, annemi bulamıyorum... kısacık bir an oysa, ne uzun bazen... arıyorum... annem... sakin... "nasılsın, ne yapıyorsun?" diyorum, gayet normal cevaplar veriyor, hissetmemiş. 5.0'lık deprem.

sakinim artık, kaldığımız yerden devam ediyoruz yürümeye. fotoğraf çekmek istiyorum...
















bunlar da yemek sonrası gün batımı kahvelerimiz...