29 Şubat 2012 Çarşamba

KAYIP "ISINAN HAVA"

bahar çabuk gitti. yüzsüz kış (o kadar laf söylüyorum aylardır, umrunda değil) geldi kuruldu. televizyonlar izmir'e kar yağdı diye manisa sınırını gösterip duruyorlar yine. ne sanıyorlar, sabuncubeli'nde ormanda yaşadığımızı falan mı? hayır izmir'de kar falan yok. soğuğu var, kendi yok. dağlarında var bir tek. yazı özledim ben. "izmir'in dağlarında çiçekler açar" diye bir marş vardı, o geldi bak aklıma... ne zaman açacak bu çiçekler yahu? 

dondum. eve geleli bir saatten fazla oluyor hala ısınamadım. milyonlarca insan kalorifer, soba yakıyoruz, nasıl oluyor da ısınmıyor her yer küçük aklım almıyor? nereye gidiyor bu ısı? ısınan hava yükselir diye öğretmişlerdi. o kadar doğal gaz faturasını kimi ısıtmak için ödüyoruz kim bilir... yukarıda hangi gezegen var? (uzayın da yukarısı-aşağısı var ya...) sırtımızdan geçinen, ısınma işini bedavaya getirip faturasını bize ödeten wpxlgmz753 gezegeni size diyorum, enayi mi var burda! cık cık cık... açın bakayım ısıtıcıları siz de!..

28 Şubat 2012 Salı

CANIM SIKILMASAYMIŞ O ZAMAN!


kendi çocukluğumu hatırlattı bu karikatür. canım sıkılıyor diye dolanıp dururdum ben de evin içinde. canımın sıkılmasına sinir olur, annemi de sinir etmek için böyle şeyler yapardım. 

canım sıkıldı da şimdi yine, aklıma geldi işte... 

huysuzluk yapacak kimse de yok. 

büyümek de zor bazen ya... 

puf... 

23 Şubat 2012 Perşembe

TEMBELİZM

bugün yeni kararlar aldım. bu heves ne kadar sürer bilmiyorum ama ben karar almada bile tembelimdir aslında. "ya şunu yapsana, bunu yapsana" önerisiyle gelince biri, "amaaan yapamam şimdi, sonra, bir ara, hava soğuk, fazla sıcak, sıkıldım, uğraşamam, öfff işim çok, pöfff boşluktayım üstüme gelmeyin..." gibi, ihtiyaca göre her nevi bahaneyi üretebilirim. hiçbir şey bulamazsam, "ehi ehi... o ne yaaa... nolcak ki yapsam" derim. ciddiyetsiz insanım. "hırs lazım bana beaa" derim bir de sıklıkla. sıklıkla demişken, sıkıya da gelemem... oysa bugün bir gaza geldim, bir gaza getirdiler "yürü beeee, yaparsın sen, süpersin, bak ne güzel olacak" falan... normalde işe yaramaz hiçbiri ama çok para var ucunda diye kandırdılar. "aha" dedim, "zengin olucam galiba sonunda". lotodan vermeyen rabbim, bu yoldan verecek. "yaparım beeee" dedim, "ne var onu yapmakta, aha yapan nasıl yapmış sanki çok mu güzel, ben daha iyisini beceririm!". 'hırs' gelmiş bir an. benim gibi insana... dedim yani, "yaparım ben" dedim. çıktı bir kere ağzımdan. yarın kalktığımda bütün bu hevesim geçmiş olacak halbuki... biliyorum neticede... insan kendini bilmez mi? domuzluğum tutacak, "öf... pöf... nası yapıcam yeaaa? çok uğraştırır bu beni beaaa..." demeye başlayacağım. hayır demek mesele değil de, bugün o gazla "heeeeyttt daalın ulan, yaparım ben" diye dayılandıktan sonra geri de dönülmez.  

anlayacağınız bugünkü insan tiplememiz benim gibi tembeller...

tembeller genellikle şehirlerde yaşayıp, şehirlerde ölürler. öyle beden gücüne dayalı işleri sevmezler. mümkünse beyin gücüne dayalı işleri de sevmezler. oturdukları yerden fikir üretir ve fekat asla uygulamaya geçmezler. 'yiyeyim, içeyim, eğleneyim, oooh hayat bana güzel'ci tayfadandır onlar. evde yalnızken bile "biri tost yapsa da yesem" der; üç gün aç aç düşünürler eve kimi çağırsam da yemek yapsa bana diye. iş yapmamak için sürekli bahane ürettikleri için yaratıcı güçleri gelişmiştir. sohbetleri keyiflidir bu yüzden. sanata meraklıdırlar, özellikle de sinema ve edebiyata. oturdukları yerden en kolay yapabildikleri, film izlemek ve kitap okumaktır ne de olsa... 

bunları tanımak kolaydır. teşhisi koymak için ince gözlem gerekmez. oturuşuna dikkat edin sadece. en rahatsız, daracık tahta sandalyede bile k.çlarının üzerine oturamaz, kaykılırlar. dibi yoktur bunların adeta. her alanda yatar pozisyon yaratmayı becerirler.

bu tiplerin çalışkan oldukları bir alan mutlaka vardır fakat bazen kendileri de henüz bulamamışlardır. o noktayı keşfettiğiniz an acımayın, saldırın zayıf noktasından, alın intikamınızı. eşek gibi çalışır, gık demezler. demeyiz yani... çalışırız... ne diyeyim daha... iyiyizdir yine de be... valla bak... üşenmedim yazdım bak kaç satır. biri çay yapsa da içsek...


20 Şubat 2012 Pazartesi

IŞIK İLE RENKLERİN DANSI


çok güzel değil mi? böyle bir şey olsa mesela odamda, ışığın açısı değiştiğinde görüntü de değişse... gün içinde, saat ilerledikçe farklı manzaralar, resimler oluşsa duvarımda... çok şey mi istiyorum?.. olsun, hayallere ket vurmamak gerek. mutlu oldum ben düşünürken bile :)

17 Şubat 2012 Cuma

MİM FURYASI

biricit mimlemiş, soru cevap oyunu bir nevi. fakat niyeyse giderek zorlaşıyor bu mim işi. yakında matematikten sormaya başlayacaksınız, korkuyorum.

1- ölmeden görmeyi istediğin bir ülke var mı, neden orası?
bir mi? ne biri, her yeri görmek istiyorum ben. mümkünse görmediğim bir ülke kalmadan ölmeyim. şu bora bora adalarına gitmeden nalları dikmeye niyetim yok zaten. sıcak, deniz, kum, hamak, palmiye yaprağıyla beni yelpazeleyen yerliler... agh... dalmışım...


2- kış mı, yaz mı?
bir önceki yanıttan da anlaşılacağı gibi, yaz... hep yaz olsa, hayat bayram olsa.


3- hiç saçının tamamını boyattın mı, pişman mısın?
cevap veriyorum: evet tamamını boyattım. hatta ben genelde tamamını boyatırım. pişman değilim, yine olsa yine yaparım.
bu soruda sizce de bir tuhaflık yok mu? sanki saç, tamamı boyatılan bir şey değilmiş de, orijinallik olsun diye tamamını boyatıp bir de üzerine pişmanlık yaşayacakmışız gibi...  


4- bloğumda en çok ne tarz konular görmek isterdin?
ben memnunum senin blogdan biricit, takıl kafana göre, öylesi daha keyifli oluyor :)


5- yaptığın en çılgınca şey neydi?
baştan demiştim ama bu mim olayı zor diye. çılgınca ne yapmış olabilirim bilmiyorum. ben öyle çılgın biri  değilim ki, sıradan biri olarak gayet sıradan bir hayat yaşayıp gidiyorum işte. çevremde çok çılgın var, birimizin sakin olması gerek. zaten bu çevre faktörü sayesinde bir sürü insana çılgınca gelen şey normal gelebiliyor bana.


6- en sevdiğin tatlı nedir?
kazan dibi. hatta üzerinde dondurma da olursa süper olur. dipleri seviyorum ben galiba. duvar dibi, şişe dibi... kızınca cehennemin dibi... gibi...


7- hiç bıkmadan kullanabileceğin oje rengi?
ıhm... bıkar mıyım acaba? hiçbirinden bıkacağımı sanmıyorum, çok bıkarsam değişik renklerle french denemeleri falan yapıyorum. frenchin her türlüsünü seviyorum. çok ciddi bir yanıt oldu bu. altı üstü oje demeyin, ne kadar önemliymiş meğer benim için peh...






8- hayvanları sever misin? evde beslemeyi istedin mi hiç?
hayvan derken? öküzler var mesela etrafta, onlardan çok hazzettiğim söylenemez. keza, ayılar da aynı şekilde... galiba iki ayaklı hayvanlarla aram çok iyi değil. tavuk da sevmem ben zaten (tabaktaki halini). kuşları uzaktan severim, tepemde uçmalarından huzursuz olurum. evde kuş besleyeni hiç anlamam. ne o öyle mıncıklayamazsın, hırpalayamazsın severken... kafese koyucam, o bana bakacak, ben ona bakacağım... ı-ıh hiç bana göre değil. bir de konuşmayı öğretiyorlar ya... manasız... bırakın kuş kuşluğunu bilsin. kedi ve köpek beslemişliğim var ama. bu "besleme" lafı da enteresan aslında ama şimdi o konuya girmeyeyim bir de.


9- düzenli olarak takip ettiğin bir dergi var mı, varsa hangisi?
hiç düzenli bir insan olamadım ben. o gün canım ne çektiyse onu aldım dergi olarak hep. matematik dergisine takmıştım bir ara kafayı mesela, düzenli alıcam diye karar da verdim. gerçekten alıyorum okuyorum deli gibi filan... nasıl mutluyum ama... hayatta en çok eksikliğini hissettiğim iki şeyden biridir matematik çünkü. neyse arkadaşımı aradım, coşkulu coşkulu anlatıyorum:
"matematik dergisi aldım çok güzel, sen de al. acayip mutlu oldum. okuyorum. gerçi hiçbir şey anlamıyorum ama olsun." 
"nasıl yani?" dedi karşı taraf. 
"e anlamıyorum işte, ne bileyim hayatımda doğru düzgün matematik görmedimki ben" 
"o zaman nasıl okuyorsun dergiyi?" 
"bayaa... türkçe yazıyor, okuyorum işte. anlamıyorum ama çok önemli şeyler yazıyor aslında biliyorum. keşke anlasaydım daha güzel olurdu aslında di mi? düşünsene anlamadığım halde bu kadar keyif alıyorum, bir de anlasam ne kadar mutlu olurduuuum..."
öyle manyakça dergi alışlarım da vardır.


10- sence türkiye'de en yaşanılası şehir neresi, neden?
izmir. sebep çok, birkaçını yazayım; kışın çoğu yerden sıcak, yazın çoğu yerden az nemli. deniz, güneş, şort, bikini, soğuk bira ve patates... tüm bunlara ulaşmak saatlerini değil, dakikalarını alıyor. eh daha ne olsun? sadece bunlar bile yeter.












11- insanların sende gördüğü, dile getirdiği en iyi ve en kötü özelliğin nedir?
ıhm... bilmiyorum... cidden bak. beni tanıyanlara sormak lazım aklıma bir şey gelmedi. hem herkes aynı şeyi söylemez, sanmıyorum. avram ile arkaik harfler daha iyi bilir :p

ve bu mim suvebeyaz, arkaik harfler ve tüm isteklilere gitsin... birini mimlerken, birini şişliyor gibi hissediyor musunuz siz de? 

12 Şubat 2012 Pazar

HARE(MİM)

suvebeyaz tarafından mimlendim ya, düşün düşün günlerdir harem oluşturamadım kendime. sayı sınırlı olunca kastım. halbuki kişi sayısı olmasa sokaktan bulduğumu toplarım, ne olacak sınırsız hakkım var. e böyle "on kişi... bak sadece on kişi ha, iyi seç" moduna girdim, şimdi de kimseyi beğenmiyorum. öyle adamlar seçeyim ki, hayran olduğum kim varsa toplayayım diyorum, bu sefer de çoktan öte aleme karışmış isimler geliyor aklıma. baktım olmuyor, "başla yazmaya, nasıl olsa bulursun eksikleri." dedim kendime. haydi bakalım...

1- daniel day-lewis: 
adama olan duygularımı daha önce de belirtmiştim (kaynak gösteremeyeceğim, nerede belirttim bilmiyorum, belirtmemiş bile olabilirim. hatırlayan varsa yorum kısmına yazıp bana da hatırlatsın bari). oyunculuğunu seviyorum falan ama mesele sadece nasıl rol kestiğinde değil. adam karizmatik. bööyle başka bir hava var onda. kendinden emin, aynı zamanda tevazu sahibi; ulaşılmaz ama sıradan, star havalarında değil, tam bir asi... sinema yapmak, para kazanmak gibi bir derdi de yok. senelerce hiçbir filmde oynamayabiliyor. kah gidiyor irlanda'ya yerleşip çiftlik hayatı yaşıyor, ahşap oymacılığıyla ilgileniyor, kah gidiyor italya'ya yerleşiyor ayakkabı tamirciliği yapıyor falan... öyle de  bir enteresan şahsiyet yani. yıllar önce uzun bir röportajını okumuştum, ondan sonra hayallerimi süslemeye başladı. dünyaya bakışı falan da etkileyicidir yani. otursun haremimin baş köşesine, veririm ben onun eline ağaç, oysun oyalansın.


2- matt damon: 
yeminle sevmem sarışınları. ama matt damon bir istisna. zeki, sistem eleştirisini sever ve güzel gülüyor be ya... dursun o haremde, konuşsun, gülsün bol bol. 


3- jack nicholson: 
"nasıl bir yetenektir sendeki?" diye sormak için tamamen. yaşlandı iyice ama karizmasından bir şey kaybetmedi bence. otursun yamacıma, filmlerini anlatsın bana. bir gün joker olarak gelsin yanıma, bir gün jack (the shining), öteki gün will randall (wolf)... ooh vur patlasın çal oynasın. bu arada, takıntılı bir yazarı oynadığı 'as good as it gets' filmiyle oscar aldığında sahnenin zemini büyük karelerden oluşuyordu. nicholson tam da canlandırdığı melvin udall karakteri gibi koşar adım ve çizgilere basmamak için zıplaya zıplaya gitmişti ödülünü almaya da, salondaki herkes pek gülmüştü. böyle de bir rolle bütünleşen aktör, böyle de bir espritüel insan yani. 


4- keanu reeves: 
bu adam… bu adam… (bir dakika... salyalarımı silmekten yazamıyorum) insan değil. bu insansa geri kalan milyarlarcası ne bilmiyorum. benim için dünyanın en yakışıklı adamı (en azından şu an aklıma gelen en yakışıklı). mutlaka olsun haremimde. buğulu buğulu baksın çekik gözleriyle. matrix'e akarız beraber, trinitiy'si olurum ben onun, giyerim derileri, eğilirim bükülürüm... tamam zor olur ama denerim yani. ne isterse yaparım, seçsin pembe hapı gelsin. 


5- gabriel garcía márquez: 
hep oyuncu olmasın haremde değil mi, araya başka meslektekileri de katmak lazım. güney amerika edebiyatını sevdiğimi herkes bilir. amma salladım... tamam herkes olmasa da, beni iyi tanıyanlar bilir. söz konusu hareme kadınlar da alınabilseydi isabel allende hiç düşünmeden alacağım diğer yazar olurdu. bunların gerçek ile fantazyayı iç içe verebilme yetilerine hayranım. bu türde okuduğum ilk kitap márquez'in "yüzyıllık yalnızlık" romanıydı, bayılmıştım, ölmüştüm bitmiştim. yazar olsam böyle bir yazar olmak isterim işte, demiştim. yalnız yanlış coğrafi bölgede doğmuşum. reenkarnasyon varsa bir dahaki sefere güney amerika'da doğacağım.




6- paul auster: 
son dönemlerde gündeme gelen meselenin seçimimle bir ilgisi yok. yazar olarak severim auster'ı. o da gelsin. bunlar otursunlar anlatsınlar yazma maceralarını, kafalarındaki yeni kurguları, yaşadıklarını, gördüklerini... 


7- ihsan oktay anar: 
eh madem yazarları topluyoruz ihsan oktay'ı almamak olmaz. en sevdiğim türk yazarlardan kendisi. kurulsun sofralar, içilsin içkiler, sabahlara kadar edebiyat konuşalım, sinema konuşalım, tiyatro konuşalım... hayata bak beee...


8- cem yılmaz: 
ya ben en çok bu adama gülüyorum. gelsin, yanımda dursun, arada kaynatırız biz fısır fısır. en ciddi ortamlardan bile malzeme çıkarır. hiç canım sıkılmaz o varken. 




9- yetkin dikinciler: 
şimdi ben bu adamı feci beğenirim. bizim arkaik harfler bir gün dedi ki, "bu yetkin'in ailesi falan bu yakınlarda oturuyor herhalde. arada bir bizim markette karşılaşıyoruz adamla". bu nasıl bir şanstır yahu? niye o marketten alışveriş yapan insan ben değilim? giriyorsun markete, "iki ekmek, bi sigara, bi de yetkin". koyuyor pakete aldıklarını bakkal amca, doooğru eve. "anneeee bak ne aldım". "neredeymiş o market çabuk adresi ver bana" dedim arkaik'e. söylemese, bostanlı'nın bütün marketlerini, tekel bayiilerini tek tek dolaşacağım kafaya koymuşum ama adam gelmez olmuş o aralar. bu arkaik beni mi yiyor nedir adam kendine kalsın diye. bostanlı'da oturanlar gözünüzü açık tutun. olur da bir markette yetkinciimle karşılaşırsanız heemmeeen mesaj atıyorsunuz bana.




10- salvador dali:
tamam öldü, biliyorum. ısrarla yaşayanlardan seçmeye çalışıyorum ama bunun alternatifini bulamadım. gerekirse ruhunu çağırırız. otursun çizsin bol bol. hatta benim rüyalarımı da çizsin. kaybolup gideyim baktıkça. renklere bulanayım.


ve bir mimin daha sonuna geldik. adettendir bitirdikten sonra birilerini mimlemek ama yazmayan kalmadı galiba. arkaik harfler üşenmezse yazsın. domatessuyu var bir de ama sanırım mim yazmayı sevmiyor. neyse ben ikisini mimleyim de, gerisi onlara kalmış. yazmak isteyen herkes yazsın davet beklemeden. bir dahaki mimde görüşmek üzere esen kalın...

iç ses: of zormuş bunu yazmak ya... ne kadar kararsız bir insan olduğum ortaya çıktı. şarkılarla ilgili mim daha kolay gelmişti. neyse yırttık yine :)

9 Şubat 2012 Perşembe

HEPİMİZ YAZARIZ, HEPİMİZ SANATÇIYIZ

üniversite 1. sınıftayken hocamızın söylediği bir şey çok hoşuma gitmişti. aklımda kaldığı kadarıyla şöyleydi: "öğrenci 1. sınıfta, 'ben iyiyim' der. ikinci sınıfa geldiğinde, 'bilmediğim şeyler varmış'; 3. sınıfta 'öğrenecek ne çok şey var'; 4. sınıfa geldiğindeyse 'ne çok eksiğim var, ben hiçbir şey bilmiyorum' der." insan öğrendikçe bilmediği şeylerin de farkına varıyor. öğrenmenin sonu yok. o yüzden diyorum ki, boşuna havaya girmeyelim yarım yamalak bilgilerimizle. 

bugünkü konumuz, kendini bir şey sananlar. bunlar şehirlerde yaşayan bir tür olup, duyduğu, öğrendiği üç beş şey ile "oldum" sanan tiplerdir. bir havalar, bir pozlar, bir kendini övmeler... allah yarabbi, sanırsın yıllarını vermiş bu konuya, araştırmış, öğrenmiş, etmiş... zaten biri kendini övmeye başlamışsa uzak duracaksın mirim. şimdi bunların en çok karşılaştığım modellerini anlatacağım:

1- kendini yazar sananlar ("yazarlığın eğitimi mi olurmuş"):
bunlar yazarlığın sadece yetenek işi olduğunu iddia ederler. her şeyin olduğu gibi yazarlığın da teknikleri olduğunu, öğrenilmesi gereken şeyler olduğunu kabul etmezler. onlar için yazmak tamamen içsel bir şeydir.  bu modeller kendi içlerinde de ikiye ayrılırlar 
a) onlar harika yazıyorlardır ama çevresindekiler anlamıyordur. çevresindekiler eksik ve kusurludur, onun yüksek sanat seviyesine çıkamamışlardır. 
b) herkes tarafından çok beğeniliyordur. hatta beğenmek az gelir, muhteşem yazdığını söylüyorlardır. tabii bu kıstas aldıkları "herkes" anne, baba ve hayatında üç kitabı anca bitirebilmiş arkadaşlardan oluşmaktadır. 

bunların egoları popolarından büyüktür. eleştirilere kapalıdırlar ama yine de yazdıklarını okutmaya pek meraklıdırlar. duymak istedikleri, sizin hayranlık belirten sözlerinizdir. eleştirmeye başladığınız an suratları alışveriş merkezinde at b.kuna basmış kokoş suratına döner. şaşırmış, hatta şoke olmuş, iğrenmiş, kızmış, incinmiş, haksızlığa uğramış ifadelerle bakarlar. sonra bunun yerini "sen ne anlarsın be ukala salak" suratı alır. acır da, "eksiklerin var onları kapatırsan... daha çok okumalısın bence... eğitim..." gibi laflar ettiğinizde yazarlığın eğitiminin olmayacağını iddia ederler.  resmin, müziğin, her türlü sanatın eğitimini kabul ediyorken, yazarlığın da bir eğitimi olabileceğini anlatmaya çalışmayın. onlar tembeldir. öğrenmek emek ister, zaman ister, yemezler... etrafta yazarım diye dolaşmak kolaydır. parayı basıp kitabını yayınlatmak da kolaydır. kitabın yayınlanmışsa yazar olmuşsundur zaten(!)

2- benden iyi tiyatrocu olur, acayip rol yaparım (lisede 'cimri'yi oynamıştık):
bunlar genelde dışa dönük, gülmeyi seven, kendini şirin sanan tiplerdir. çok konuşmanın oyuncu olmakla bir alakası olduğunu sanırlar. "ben çok konuşurum. ablam, 'bu kadar çok konuşuyorsun boşa gitmesin bari tiyatrocu ol' dedi" diyeniyle bile karşılaştım. bu laf ile tiyatronun gevezelik, zevzeklik olduğunu söylediklerinin bile farkında değildirler. şuursuzdurlar. genelde lisede bir oyunda rol almışlardır. harika oynamışlar, bütün okul kendilerini ayakta alkışlamıştır. ne hikmetse hepsi de moliere'in cimri'sinde oynamıştır. akıllarında kalan tek replik de "yemek için yaşamamalı, yaşamak için yemeli" cümlesidir. üniversitede tiyatro okumak istemiş ama ya babaları izin vermemiş ya da torpilim yok diye caymışlardır. bir tanesi de "ben yetenek sınavlarına girdim ama kazanamadım" demez. girmiş de kazanamamışsa mutlaka torpili olmadığındandır. yoksa harika rol yaparlar, süper oyunculardır, jack nicholson görse secde edecektir önlerinde. 

benim karşıma hep yazar ve oyuncu olma heveslileri çıkar. mesela hiç kendini heykeltraş sananı görmedim. "benden acayip heykeltraş olur, çocukken derenin orda çamurla oynardık hep" filan diyen...

cahilden daha kötü bir şey varsa o da 'yarı cahil'dir. cahil en azından bilmediğini bilir. gerekirse itiraf bile eder, "ben cahilim, bilmiyorum" der en masum haliyle. oysa yarı cahil feci bir şeydir. laf anlatamazsın, ikna edemezsin, eksiklerini kabul ettiremezsin, yarım yamalak bilgisiyle dünyaya meydan okur. kendini bir halt sanıp gerçekten bileni de küçümser. alacaksın bunları, dizeceksin karşına... domatessuyu kızıyor, kötü bir şey söylemeyim. diyecektim ki; alacaksın bunları, dizeceksin karşına domates atacaksın suratlarına. huh... rahatladım.

not: tamam karikatür konuyla tam örtüşmüyor ama bu seferlik idare edin artık. ancak bunu bulabildim.

6 Şubat 2012 Pazartesi

SENİ ŞAKACI!


günün konusu densizler. bu insanların en belirgin özelliği kendilerini şakacı, komik, sevilen kişiler sanmalarıdır. halbuki insanı delirtirler. misal bir yemekteyseniz çatalı gözünün ortasına batırmak istersiniz. gözlerinizden okunur bu istek ama o inatla anlamaz. kahkahalarla güler kendi densiz şakalarına. sizin o sinir bozukluğu gülümsemenizi de anlamamakta ısrarcıdır. üstünüze üstünüze gelmeye devam eder. ikinci adım olarak terslersiniz ama yook, onu da anlamaz bu gerzekler. 

bu tipler genelde insanlarla bu şekilde iletişim kurulduğunu sanmaktadırlar. sizin damarınıza basmaktan başka iletişim şekli bilmezler. üstelik damarınızı bulduklarını anladıkları an, ısrarla aynı yarayı deşip, aynı tarz espriler yapıp dururlar. 

bunlara nasıl davranmak ya da davranmamak gerekir? maddeler halinde inceleyelim. önce yapılmayacaklar:

1- sinirlendiğinizi belli etmeyin. yüz kaslarınız gerildikçe keyiflenecek, şakalarına devam edecektir.

2- utangaç davranmayın. siz alttan alıp utangaç gülümsediğiniz sürece cesaret bulacaktır.

3- esprisine espri ile karşılık vermeyin. asla!


işte yapılabilecekler:

1- kendi şakalarına kahkahalarla gülmesine  izin verin bir süre. fakat onunla beraber gülmeyin. yüzünüzde böyle anlamsız bir ifade olsun. hani hayatınızda ilk kez su aygırı görmüş de anlam verememiş gibi bir eda... sözlerine sinirlenmiş ya da bozulmuş gibi değil de, şaşırmış gibi bakın. şaşkınlığınızın esprinin kalitesizliğinden olduğunu belli edecek gayet kısa bir cümle kurun. daha zekice espri beklentiniz olduğunu ve onu salak bulduğunuzu ima edin. sırıtışı suratında asılı kalsın. 

2- net olun. açıkça, bu tarz şakalardan hoşlanmadığınızı söyleyin. bunu söylerken küçümseyerek bakın ona. yolda balgam görmüş bir insan mimiği kullanın.

3- densizin yanındakine dönüp gayet ilgili bir şekilde (genelde yanlarında yakın arkadaşları, sevgilileri ya da asıldıkları biri vardır bu tiplerin) hep mi böyle olduğunu sorun. yüzünüze bir acıma mimiği yapıştırmayı unutmayın. hatta gerekirse, "yaa... yazık..." gibi ifadeler kullanın. acımanızın densize mi, yanındakine mi olduğu tam belli olmasın. ama asla yapmacık olmayın. mesela o an aklınıza öküz kocası tarafından sürekli horlanan alt kat komşunuzu getirin. bu size inandırıcı bir yüz şekli sağlayacaktır.

4- hiç uğraşmayın. çatalı gözüne saplayın. ya da gözüne... neresineyse işte...

iyi haftalar diliyorum...

2 Şubat 2012 Perşembe

SON DAKİKA...

kar tanrısı sesimi duydu. inanılmaz ama kar yağıyor. bütün izmirliler çıldırdı. kendimi sokağa atıyorum.

KIŞIN HEPİMİZE KAZIĞIDIR BU ŞUBAT


bu kedi ile bir benzerliğim var. aynen böyle kalmak istiyorum tüm gün. sığsam, uyuyacağım ben de o şekilde. bu nasıl bir soğuktur yahu, zaten sevmem kış aylarını, iyice soğudum kendilerinden. yaz gelsin, sıcaktan oflar poflarsam vurun beni.

bu kadar soğuğu çekiyoruz kar yağdır bari, di mi? ama yoook, haybeye üşüt sen bizi şubat! millete gelince yağdır karı, yağdır karı, oynasınlar kartopu, yapsınlar sevimli kardan adamlar, koysunlar bembeyaz fotoğraflar; bize gelince ver güneşi, bir de utanmadan buz gibi yap havayı donalım. yahu ne yapayım ben ısıtmayan güneşi? haybeye üşüyoruz burada ben size diyeyim. 

neyse ki şubat 28 gün, çabuk geçiyor diye avuturum kendimi normalde, bu sene 29 çekeceği tuttu. uyuz oldum iyice. kötü şakaları oldum olası sevmem, ilahi güçlerin benimle dalga geçtiklerini düşünmeye başladım. çok tanrılı dinler döneminde yaşıyor olsam, kesin bir şaka tanrısı falan var derdim. hatta eşek şakası tanrısı da olabilir kendileri ama böyle şeylere de inanmıyoruz artık. halbuki ne rahatmış o vakitler, her işe bakan ayrı bir tanrı var neticede. kiminle muhatap olacağını biliyorsun en azından.

bu şubat ayının bir kıllığı da sevgililer gününe ev sahipliği yapması. sevgililer günü de aslında bir kandırmaca tabii... mutlu mesut bir gün edasıyla sunuyorlar ya bize, aslı ayrılma ya da kavga günüdür onun. bir kere erkekler ya unutur ya da beklenen sürprizleri yapamazlar. ellerine yüzlerine bulaştırırlar her şeyi, kadını sinir ederler. kız günler, haftalar öncesinden başlar hazırlanmaya. hediyesini alır, ne giyeceğini planlar, neredeyse süreceği ojeyi bile belirler. her şey mükemmel olmalıdır. erkek onu güzel bir yere götürmelidir yemek için, masada mumlar, fonda güzel bir müzik, kalpli hediye paketleri... romantizmin zirvesinde geçecek bütün gece sanır kızcağız. adam tutar bizimkini hamburgerciye götürür ya da her zaman gittikleri herhangi bir mekana. hediye diye de parfüm falan almıştır zaten. al sana hayal kırıklığı ve arkasından kavga...

aslında bu iyi ihtimaldi. daha kötüsü adamın o günün sevgililer günü olduğunu unutması. gerçi artık o kadar çok bağırıyor ki gazeteler, televizyonlar ve hatta mağaza vitrinleri, alzheimer olsan unutmana izin vermezler.

bir üçüncü olasılık "sevgililer günü müüüğğğ? amaaaan o ne beaaaa, sevmem ben öyle şey" diyen bir sevgili ile karşı karşıya olduğunu anlayan "zavallı" kızın düştüğü durumdur.

hah al sana sevgililer günü fantezileri. gel de mutlu ol şimdi. boyuna posuna bakmadan bir de sevgililer günü bilmem ne çıkarıyor bu şubat. zaten soğuk. iyice sinir oldum bak şimdi.