sanat eğitimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sanat eğitimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Eylül 2013 Pazartesi

YARATICI YAZARLIK ATÖLYESİ

adını Pazartesi Söyleşileri ile duyuran Kedi Kitabevi'nin atölye çalışmaları başlıyor.




Betül YILMAZ yönetiminde üçüncü yılına giren Atölye Kedi "Yaratıcı Yazarlık Atölyesi"nin yeni dönemi 5 Ekim 2013 tarihinde başlayacaktır. 28 Eylül Cumartesi günü 17:30 - 18:30 saatleri arasında "Yaratıcı Yazarlık Atölyelerinin Yazma Eylemine Katkısı ve Atölye Çalışmalarında İzlenmesi Gereken Yöntemler" konulu söyleşi ve söyleşi sonrası atölye katılımcıları ile tanışma toplantısı düzenlenecektir. Tüm okurlarımız davetlidir.


Kedi Kitabevi:
Adres: 1799 Sokak No:10/1-B   Bostanlı   Karşıyaka / İZMİR
Tel: 0232 336 72 27




9 Ağustos 2012 Perşembe

YAZARLIK EĞİTİMİ, ATÖLYELER VE KİTAPLAR

herkesin konuştuğu, yazdığı, belki bıktığınız bir konu 'yazarlık eğitimi'. son senelerde biraz kabul görse de hala tartışılıyor; "yazarlık öğretilebilir mi?" sorusu. epeydir, yazmak ile yarama hiç parmak basmayıp susmak arası gel-gitler yaşadığım bu konuyu uçan balon'un bloğunda görünce öyle uzun bir yorum yazmışım ki, "ayıp" dedim kendi kendime, "uçan balon'un bütün sayfasını doldurdun!" silip kendi sayfamda yazmaya karar verdim düşüncelerimi. 

son dönemlerde çok artan yaratıcı yazarlık atölyeleri yetenek sınavıyla öğrenci almaz. herkes bilir ki, atölyeler sizi yazar yapmaz, böyle bir iddiası olamaz. ama hiçbir şey yapmazsa iyi bir okuyucu yapabilir. yanı sıra, kendi başınıza çok daha uzun sürede alabileceğiniz yolu kısaltabilir -eğer iyi bir atölye bulduysanız-. maalesef pek çoğunda yeterli eğitim yok. çünkü bir şeyi bilmek ile öğretmek aynı şey değil. iyi bir yazar ya da eleştirmen olmanız, iyi bir yazarlık eğitmeni olacağınız anlamına gelmez.

öte yandan, hep karşılaştığım ve hala anlayamadığım, hala aşamadığımız soru şu: "yazarlığın okulu mu olurmuş?" "yazarlık içten gelen bir şey değil midir?"... beste yapmak da yetenek işi, içten gelen bir şey; resim yapmak da... oysa kimse "ressamlığın okulu mu olurmuş?" demiyor. niye sizce? ne yani yazarlık çok mu kolay? hepimiz okuma yazma biliyoruz diye yazar olabiliriz o zaman(!) eh ilkokuldan beri resim yaptığımıza göre, ressam da olabiliriz pekala...

şimdi tüm bunlara verilecek cevap -her zaman karşılaştığım cevap diyeyim ya da-; "yazarların hepsi yazarlık eğitimi mi aldı sanki? sait faik yazarlık mı okudu?" peki ressamların hepsi okuluna mi gitti? ya da oyuncuların hepsi? sanat eğitimi sadece okulla olmaz. iyi yazarlara bakarsanız, diğer sanat dallarındaki gibi, bir usta-çırak ilişkisi içinde pişmiştir çoğu. "eleştiri' en önemli ilerleme yöntemlerinden biridir. çünkü kendi yazdığınız metne yabancılaşıp hatalarınızı bulmanız zordur. bence atölyelerin en büyük katkısı da budur. yazdıklarınız usta bir göz tarafından eleştirilir, üzerine tartışılır.

bir kitabı okurken; yazarın yaptığı dil oyunlarının, kurgudaki kıvraklığın, çatışmanın verilişinin, karakterin oluşturulmasının, bakış açısı karakteri seçiminin, toplumsal-düşünsel boyutunun, ilginçlik-inandırıcılık dengesinin nasıl kurulduğunun v.b. pek çok önemli şeyin farkında olmak yazar olmayı beraberinde getirmez. bu sizi iyi bir eleştirmen yapabilir belki... ya da sadece iyi bir okuyucu... yazar olmak, iyi yazıyor olmak, beraberinde yetenek de gerektiren bir şey. salt yetenek ise iyi bir ağaç gibidir. yontulmalı, işlenmelidir ki heykel haline gelebilsin.

teknik bilgi yeterli değil yazmak için. şöyle düşünelim; bir sürü tıp kitabı edindiniz. anatomi v.b pek çok bilgiyi yaladınız yuttunuz. bir beyin ameliyatının nasıl yapılacağını, en ince ayrıntısına kadar biliyorsunuz. bu sizin ameliyat yapabileceğiniz anlamına gelir mi? tıp fakültesinde boşuna mı uygulama eşliğinde, kadavralar üzerinde deneyerek öğreniyorlar her şeyi? boşuna mı ameliyata onlarca kez girip hocalarının neler yaptığını en ince ayrıntısına kadar izliyorlar? boşuna mı başta sadece hocaları izin verdiği ölçüde ve onların denetiminde aktif olarak katılıyorlar?

çok mu alakasız geldi örnek? o halde bir tiyatro oyuncusunu düşünelim. figürasyonla, küçük rollerle başlayıp, ustalarını izleyerek, onların eleştirileri doğrultusunda kendini geliştirerek öğrenmiyor mu işin inceliklerini? tiyatroyu seviyorsunuz, takip ediyorsunuz, iyi de eleştirebiliyorsunuz oyuncuları diye, sahneye adım attığınız an süper bir oyuncu olacağınızı mı sanıyorsunuz?

yazarlık eğitimi uygulamalı bir eğitimdir. salt tekniğe dayanmaz, işin matematiğini öğrenmek yetmez. karakter ile tip arasındaki farkı, karakter oluşturmayı öğrendiniz farz edelim, bunu uygulamak hiç öyle göründüğü kadar kolay değildir. çünkü takdir edersiniz ki, bilmek ile uygulamak aynı şey değildir!

gelelim kitaplara... farkındasınızdır, bu konuda basılan kitapların sayısında hızlı bir artış var. en son semih gümüş de katıldı aralarına. üstelik duyduğuma göre ilk baskı kısa sürede tükenmiş. "yazar olabilir miyim?"i ben de aldım ama henüz okuma fırsatım olmadı. haberdar olduğum yaratıcı yazarlık kitaplarını edinmeye çalışan biri olarak şunu söyleyebilirim ki, yabancı yazarların kitapları daha doyurucu. bizimkiler nedense dön dolaş aynı şeyleri söylüyor. üstelik anlamadığım şey, hemen hepsinin ilk bölümü "niçin yazıyoruz?" konulu. bu kitaplardan medet uman, bir şeyler öğrenmeyi bekleyen hepimizin derdi bu mu? ne vakit bu bölümü görsem, "yahu niçin yazdığımı bırak, nasıl yazacağımdan haber ver!" diye söyleniyorum. bir müzisyene "niçin beste yapıyorsunuz?" diye sorulduğunu hiç görmedim.


yazarlar da bu "niçin yazıyorsunuz?" sorusuna cevap vermekten bıkıp bırakacaklar yazmayı(!)


19 Temmuz 2012 Perşembe

SANAT, YASAK, FALAN FİLAN

tiyatro dergisi mimesis, müstehcen bulunup elazığ il halk kütüphanesinden kaldırılmış. sebep; m.ö 5. yüzyıla ait vazo ve kadehlerin üzerinde bulunan resimler. (haberini merak eden varsa burada. derginin konuyla ilgili yazısı ise burada) anladığım kadarıyla; terbiyesiz insanoğlu, edepsiz şeyler resmetti vazolara, dergi de bunların fotoğrafını koydu bir yazıya. bu edep meselesi çok önemli. aslında ta o zamanlar ceza verilmeliymiş yapanlara ama 26 yüzyıl sonra da olsa telafi etmek gerek. iyi ki o dönem doğmamışız, ne olurdu halimiz yoksa? edep, ar, haya kalmamış bu m.ö 5. yüzyıl insanlarında. 

benim kitaplığımda da eski sayıları var mimesis'in. birazdan hepsini toplayıp yakacağım sokağın ortasında ibret olsun diye. üstelik bunları öğrencilik yıllarımda almıştım. ne tehlike düşünün. hem de hocaların tavsiyesiyle. nasıl bir anne babam var benim? nasıl yolladılar beni öyle bir okula, aklım almıyor. bizim hocaların birkaçını (hatta hepsini) sallandıracaksın gündoğdu meydanında, bak bakalım bir daha böyle dergiler okutuluyor mu okullarda. 

ay böyle düşündükçe kan beynime sıçrıyor. neler neler anlattılar bize okulda. nasıl böyle temiz, pirüpak kaldım bilmiyorum. 

tiyatro iğrenç bir şey. sadece tiyatro mu, bütün sanatlar iğrenç. vazolara neler çizmiş adamlar, insanın aklı almıyor. 'sanat şunun için gereklidir' diyecek kişinin söyledikleri deli saçmasından öte gitmez. bence tüm sanatlar yasaklanmalı. zaten bir boka yaramıyor. ay pardon bok mu dedim? affedin, onca yıllık eğitimden sonra o kadarcık kusur kalmasını mazur görün. hocalar yüzünden hep.

ben bir akademi mezunuyum, itiraf ediyorum. yazıklar olsun bana.

öyle tuhaf sorularla karşılaştım ki öğrenciliğimden bugüne kadar, bir süre sonra cevap vermeyi bıraktım. 
-sanatın eğitimi olur mu sizce?
-sanat içten gelen bir şey değil midir?
-a... sizin okulda da bölümler mi var?
-mezun olunca iş bulabilecek misiniz?
-sanat karın doyuruyor mu bu memlekette?
gibi... gibi...

galiba en enteresanı şuydu: benim zamanımda, akşam beş oldu mu fakültenin önünde yol boyu öğrenciler dururdu. kimse otostop çekmezdi, sadece dururdu. çünkü o saatlerde oradan geçenler bilir, okulun önüne yanaşır ve gideceği yeri söyler, bir grup öğrenciyi arabasına alırdı. sanmayın ki sadece erkek şoförler, çokça kadın da dururdu. şimdi sanmıyorum kimsenin cesaret edeceğini. bazen aynı insanlara denk gelirdik; "aa geçen gün de sizi almıştım ben çocuklar" diyene çok rastlardık. işte böyle günlerden birinde, önümüzde duran  arabaya atladık birkaç kişi. ben öndeyim. şoför tanıdık değil, ilk kez yol arkadaşlığı yaptığımız, gençten, otuzlu yaşlarda bir adam. bindik, teşekkür ettik, adam sorular sormaya başladı. önde ben olduğum için sorulara da ister istemez ben cevap vermek durumundayım.
adam- öğrenci misiniz?
ben- evet
adam- nerede okuyorsunuz?
ben- (okulun kapısından bindik ya kardeşim) güzel sanatlar fakültesinde.
adam- ya... hmm... ımm... anladım... siz... şimdi... burdan mezun olunca güzellik uzmanı mı olacaksınız?
ben- evet!

yıllardır güzellik uzmanı olarak iş arıyorum. hala bulamadım.


yiğit özgür'ün "dayımlar sözlüğü" de bizim güzellik uzmanlığı gibi bir şey işte.


9 Şubat 2012 Perşembe

HEPİMİZ YAZARIZ, HEPİMİZ SANATÇIYIZ

üniversite 1. sınıftayken hocamızın söylediği bir şey çok hoşuma gitmişti. aklımda kaldığı kadarıyla şöyleydi: "öğrenci 1. sınıfta, 'ben iyiyim' der. ikinci sınıfa geldiğinde, 'bilmediğim şeyler varmış'; 3. sınıfta 'öğrenecek ne çok şey var'; 4. sınıfa geldiğindeyse 'ne çok eksiğim var, ben hiçbir şey bilmiyorum' der." insan öğrendikçe bilmediği şeylerin de farkına varıyor. öğrenmenin sonu yok. o yüzden diyorum ki, boşuna havaya girmeyelim yarım yamalak bilgilerimizle. 

bugünkü konumuz, kendini bir şey sananlar. bunlar şehirlerde yaşayan bir tür olup, duyduğu, öğrendiği üç beş şey ile "oldum" sanan tiplerdir. bir havalar, bir pozlar, bir kendini övmeler... allah yarabbi, sanırsın yıllarını vermiş bu konuya, araştırmış, öğrenmiş, etmiş... zaten biri kendini övmeye başlamışsa uzak duracaksın mirim. şimdi bunların en çok karşılaştığım modellerini anlatacağım:

1- kendini yazar sananlar ("yazarlığın eğitimi mi olurmuş"):
bunlar yazarlığın sadece yetenek işi olduğunu iddia ederler. her şeyin olduğu gibi yazarlığın da teknikleri olduğunu, öğrenilmesi gereken şeyler olduğunu kabul etmezler. onlar için yazmak tamamen içsel bir şeydir.  bu modeller kendi içlerinde de ikiye ayrılırlar 
a) onlar harika yazıyorlardır ama çevresindekiler anlamıyordur. çevresindekiler eksik ve kusurludur, onun yüksek sanat seviyesine çıkamamışlardır. 
b) herkes tarafından çok beğeniliyordur. hatta beğenmek az gelir, muhteşem yazdığını söylüyorlardır. tabii bu kıstas aldıkları "herkes" anne, baba ve hayatında üç kitabı anca bitirebilmiş arkadaşlardan oluşmaktadır. 

bunların egoları popolarından büyüktür. eleştirilere kapalıdırlar ama yine de yazdıklarını okutmaya pek meraklıdırlar. duymak istedikleri, sizin hayranlık belirten sözlerinizdir. eleştirmeye başladığınız an suratları alışveriş merkezinde at b.kuna basmış kokoş suratına döner. şaşırmış, hatta şoke olmuş, iğrenmiş, kızmış, incinmiş, haksızlığa uğramış ifadelerle bakarlar. sonra bunun yerini "sen ne anlarsın be ukala salak" suratı alır. acır da, "eksiklerin var onları kapatırsan... daha çok okumalısın bence... eğitim..." gibi laflar ettiğinizde yazarlığın eğitiminin olmayacağını iddia ederler.  resmin, müziğin, her türlü sanatın eğitimini kabul ediyorken, yazarlığın da bir eğitimi olabileceğini anlatmaya çalışmayın. onlar tembeldir. öğrenmek emek ister, zaman ister, yemezler... etrafta yazarım diye dolaşmak kolaydır. parayı basıp kitabını yayınlatmak da kolaydır. kitabın yayınlanmışsa yazar olmuşsundur zaten(!)

2- benden iyi tiyatrocu olur, acayip rol yaparım (lisede 'cimri'yi oynamıştık):
bunlar genelde dışa dönük, gülmeyi seven, kendini şirin sanan tiplerdir. çok konuşmanın oyuncu olmakla bir alakası olduğunu sanırlar. "ben çok konuşurum. ablam, 'bu kadar çok konuşuyorsun boşa gitmesin bari tiyatrocu ol' dedi" diyeniyle bile karşılaştım. bu laf ile tiyatronun gevezelik, zevzeklik olduğunu söylediklerinin bile farkında değildirler. şuursuzdurlar. genelde lisede bir oyunda rol almışlardır. harika oynamışlar, bütün okul kendilerini ayakta alkışlamıştır. ne hikmetse hepsi de moliere'in cimri'sinde oynamıştır. akıllarında kalan tek replik de "yemek için yaşamamalı, yaşamak için yemeli" cümlesidir. üniversitede tiyatro okumak istemiş ama ya babaları izin vermemiş ya da torpilim yok diye caymışlardır. bir tanesi de "ben yetenek sınavlarına girdim ama kazanamadım" demez. girmiş de kazanamamışsa mutlaka torpili olmadığındandır. yoksa harika rol yaparlar, süper oyunculardır, jack nicholson görse secde edecektir önlerinde. 

benim karşıma hep yazar ve oyuncu olma heveslileri çıkar. mesela hiç kendini heykeltraş sananı görmedim. "benden acayip heykeltraş olur, çocukken derenin orda çamurla oynardık hep" filan diyen...

cahilden daha kötü bir şey varsa o da 'yarı cahil'dir. cahil en azından bilmediğini bilir. gerekirse itiraf bile eder, "ben cahilim, bilmiyorum" der en masum haliyle. oysa yarı cahil feci bir şeydir. laf anlatamazsın, ikna edemezsin, eksiklerini kabul ettiremezsin, yarım yamalak bilgisiyle dünyaya meydan okur. kendini bir halt sanıp gerçekten bileni de küçümser. alacaksın bunları, dizeceksin karşına... domatessuyu kızıyor, kötü bir şey söylemeyim. diyecektim ki; alacaksın bunları, dizeceksin karşına domates atacaksın suratlarına. huh... rahatladım.

not: tamam karikatür konuyla tam örtüşmüyor ama bu seferlik idare edin artık. ancak bunu bulabildim.