30 Aralık 2011 Cuma

2012'DE OLMAZSA SEVİNECEKLERİM

yeni yıldan istediklerim malum, sayısı da fazla değil baktım ki; istemediklerimi sıralayım daha iyi dedim. işte yeni yılda olmazsa olmazlarımın aksine, olmazsa iyi olurlarım:
- hastalık olmasın desem şimdi saçma olacak. çaresiz hastalıklar olmasın diyelim.
- kredi kartı borçlarımı ödeme günü geldiğinde cebim beş kuruşsuz kalmasın çok rica edeceğim
- böyle vıcık vıcık, sahte sevgi gösterileri olmasın, yüzümde direkt tiksinme mimiği beliriyor.
- kadınlar arasında erkek edasıyla "güzelim, yavrum, hatunum" muhabbetleri olmasın mümkünse çevremde. bir gün benim içimdeki erkek patlayıp atlayıverecek üstlerine yoksa. 
- kendini zeki sanan ukalalar olmasın.
- kendini yerermiş gibi görünüp öven, ukalalar da olmasın.
- şişmiş egolar daha da şişmesin
- yalancının mumu sabaha kadar yanmasın
- kıskançlıklar olmasın
- aşklar bitmesin
- çaresizlik olmasın
- iftira olmasın, olursa da bunu yapan iflah olmasın
- sinir, stres olmasın. saçma mı? fazla olmasın bari...
- insanlar umursamaz olmasın
- ayarlarım kolay bozulmasın

neyse şimdilik yeter. aklıma geldikçe ilave ederim 2012. listem kabarık.

22 Aralık 2011 Perşembe

BU KEZ, BAKIŞ AÇISI

bakış acısından kurtuldum. bakış açısına terfi ettim. sonra bi sürü düşündüm: ne gerek vardı bunca kasmaya kendini, etrafındakileri de gerdin, ne kadar sinir bir insan olabiliyorsun bazen, bla bla... 
nasıl bir ruh haliyse, o dönem bunları bana başka biri söylese köpürür, anlayışsızlıkla suçlardım muhtemelen. bu arada sanmayın ki eski neşeli halime döndüm, hala biraz gerginim sanki... 

narkoz beni gerer. düşüncesi yani, yoksa biliyorum kendisi sadece uyutuyor. geçen haftaki gerginliğimin sebebi de geçireceğim küçük operasyondu. narkoz dedi ya doktor, durdu zaten zaman o esnada. ondan sonra yaşadığım günler haybeye geçti. yazık yani, özellikle de son iki haftama... şimdi bana kaybolan günlerimi verseler, yine aynı siniri stresi yapmazsam nolayım. narkoz beni gerer. düşüncesi yani, yoksa mışıl mışıl uyudum...

son günlerde bu anestezi meselesinden yanımdaki insanlara çok çektirdim ya (özellikle sevgilime), yine  aynı sebeple eğlendirmiş de oldum ama. ameliyathaneden gelince aygın baygın, yarı bilinçli, yarı kaymış halde ne hikayeler anlattım... anlatmışım yani...  üstelik bağıra bağıra konuşuyormuşum ki bütün hastane duysun, iyice rezil olalım. bir ara bana güldüklerini hatırlıyorum, bir ara doktorumun geldiğini hatırlıyorum, "doktor ne dedi?" diye sorduklarında, bir süre düşünüp "unuttum" dediğimi de hatırlıyorum. ara ara boşluklar var hafızada. o araları da saçmalayarak doldurmuşum işte. 

bir daha beni o hastaneye alırlar mı bilmem. "bunlar bana yanlış ameliyat yaptııııı" diye bağırıyormuşum çıktığımda. adamların güvenilirliğini de sarstım yani. bana inanıp ameliyata girmeden hastaneden firar eden oldu mu acaba... ama hep o hemşire yüzünden. sen narkozlu insana niye laf anlatıyorsun, kanama olabilir filan diye? allam yarebbim... dur bir kendime geleyim di mi ama. yap pansuman mı yapıcan, serum mu vericen napıcan, git sonra. 

napayım, narkoz beni önce gerer, sonra uyutur, en son saçmalamama sebep olur.




12 Aralık 2011 Pazartesi

MUTLU YILLAR



12.12 güzel tarih. seneye 12.12.12 olduğunda tüm dünya seni kutlayacak bilmeden. aman allahım o kutlamaların içine çekiştirmeliyim seni. kalabalık sokaklarda şarkılar çalarken zıplamalıyım neşeyle. yaparlar mı ki öyle bir kutlama? onlar yapmazsa ben yaparım, sen üzülme sevgilim. 

bugün doğum günün ya, senin için bir santana aldım, çok seversin (benden çok olmasın), bir de öpücük aldım, bir de kocaman bir gülücük... sen doğdun diye...

nice yaşlara... düşlerindeki gibi...

seni seviyorum



11 Aralık 2011 Pazar

BAKIŞ ACISI

hayat nereden baktığınla alakalıdır biraz. ben bu ara karanlık bakıyorum dünyaya. böyle bir asabiyim, bir nemrutum, bir gıcığım... her şey berbat görünüyor gözüme. bana berbat görünüyor ya, başkasının mutlu mesut tavırlarına da uyuz oluyorum. ne gereksiz bir mutluluk halidir o... 

şu aşağıdaki bebekceiz de kendi açısından bakıyor işte dünyaya. güldürdü beni. 

neyse ben bile sıkıldım kendimden, yazık etrafımdakilere... dünyanın en sabırlı insanını bile çıldırtabilirim bu halimle. biri beni vursun iyisi mi...


8 Aralık 2011 Perşembe

HANİ KALPLERİ BİLE VARDI PARILTILI

sonunda yağmur yağdı. bir türlü kullanamadığım müthiş şemsiyelerimden birini (üzerinde simli kalpler olanı) alıp pürneşe çıktım dışarı. içimden 'singing in the rain'i de söyleyerek yürüdüm sokakta. keyiflendim, mutlu oldum... sonra... sonrasını anlatmayacağım, içim elvermiyor. şemsiyemi istiyorum ben!

3 Aralık 2011 Cumartesi

EN KİBAR...


böyle huylarım vardır benim de, olmadık zamanda olmadık işler yaparım. anneme çekmişim. babam anneme çok kızar öyle zamanlarda, sevgilim bana kızmaz. benim sevgilim bu prensten bile kibar. mesela o olsa, "a... hayatım ne kadar yakışmış" derdi, "çok güzelsin" derdi... sessizce gidip yeni çözümler arardı ya da güler, "hayatım seni seviyorum ya..." derdi. çünkü en tuhaf şeyleri düşündüğümde bile böyle söylüyor. ama bu adam küfür ediyor. ayrıcaaaaa hiç de prense benzemiyorsun, sen kıza söyleneceğine kendine baaaaak! hıh! en kibar, benim sevgilim işte...

25 Kasım 2011 Cuma

BAZEN


bazen zor olurum; didiklerim, kızarım, anlamam, anlatamam...
bazen kendimce algılarım her şeyi, çıkamam çemberimin dışına...
bazen bir okyanus kadar derindir beynim, kendim bile boğulurum...
bazen gecenin koyusu, gizemi siner gözlerime, kaybolurum kendi karanlığımda...
bazen bir yıldız gibi parlarım, hiç sönmeyeceğim sanırım...
bazen rengarenk olurum, salınırım neşeyle...
bazen bulunduğum yere ait değilmişim hissine kapılır, yabancı gözlerle bakarım her şeye...
bazen hiçbir zaman bir yere ait olmayacağımı düşünürüm, hüzün çöker içime...
bazen dururum...
bazen koşarım...
bazen uçarım...

ben bazen şiir olurum ellerinde.

22 Kasım 2011 Salı

MİMLENDİM

avram, "rüzgar seni mimlemiş" dediğinde ilk tepkim "hı?" oldu. bir kahkaha duydum sonra, "blogda rüzgar var ya, seni mimlemiş"

hayır, mimlenmeye alışkın insanım da rüzgar neyimi gördü ki? lisede, üniversitede falan hocalar tarafından mimlenmişliğim vardır. blogda kendi halimde takılıyorum. ciddi iki satır etmişliğim bile yok. sırf kendimi eğlendirmek için buraya gelmişken niye mimlendim onu anlamadım ben. gülüyor kahkahalarla avram, cahilim ya blog konusunda, mavra yapacak malzeme çıktı adama. 

anlattı sonunda meseleyi. mimin konusu, şarkılar ve hikayeleri. tamam dedim, madem adet böyle, davete icabet etmemek olmaz. haydi sallayalım kalemleri, müziğin ritmine kaptıralım kendimiziiiiiiiiiiiiiii

ilk şarkımız, lionel richie'den hello. hikayesine gelirsek; lisedeyken dershanedeki yakışıklı matematik öğretmenime aşıktım. o sıralar tam da, bu şarkının klibini izleyince beynimde bir şimşek çaktı. aha dedim, adamın dikkatini çekmek için yöntem buldum. hemen bizim kızlar çetesine durumu aktardım. bir tanesi (muhtemelen en akıllımız ama en sıkıcımız) beni caydırmaya çalıştıysa da, diğer delilerin de gazıyla iki gün sonra dershaneye babannemin bastonuyla gittim. koridorda bastonu sağa sola savurup milletin şaşkın bakışları arasında kör gibi yürürken tam, benim hoca göründü. bu arada iki günde nasıl kör olduğumun hikayesini bile hazırlamışım, her şey ezberimde yani adama aynen oynayacağım yazdığım metni. neyse konuyu dağıtmayalım, benimki koridorda göründü, bir başka öğrenciyle konuşuyor. ben heyecanla tam gaz adamın üzerine giderken aklıma geldi bastonu sallamadığım. yanındayım artık, kör olmadığım ortaya çıkacak eyvah paniğiyle sen bastonu bi sallarsın, çotank diye adamın bacağına... bildiğin çotank sesi geldi yani, ya da bana öyle geldi... o dershanedeki son günüm oldu. yalvar yakar, türlü hikayeler uydur, dershane değiştirmeye zor ikna ettim evdekileri. kendimi balkondan atarım, kör olurum diye tehdit etmişliğim bile var o salaklıkla...
ikinci şarkımız; reamonn'dan supergirl
hikaye şöyle; yine bir aşk meselesi ama bu kez işin moka sarma sebebi ben değilim. süper bir bara takılıyoruz, süper bir grup var sahnede... üstelik solist peşimde dolanıp duruyor her gidişimde. muhabbeti de kurmuşuz artık sevgili olduk olacağız, az kalmış. bir gece yine sahnedeyken grup ve tam da benim sevdiğim bilindiği için bu şarkı çalınıyorken bizim kızlardan biri yanından geçen garsonu tuttuğu gibi öptü. çocuğun dudaklarına yapışmasıyla zavallının bizimkini itmesi bir oldu. uyuz pelin yere düştü, bunu gören seray çocuğa bir tokat attı. ben o sırada bir yandan bunları izliyor, bir yandan "but i'm a supergirl and supergirls don't cry" diye böğürerek şarkıyı söylüyorum. sonra müge'nin pelin'i yerden kazımaya çalıştığını gördüm (sarhoşu kaldırmak zordur), tek gözümle olan biteni izlerken, tek gözüm sahnede hala zıplıyorum. hayır hayır hiçbir şeyin bu geceyi bozmasına izin vermeyeceğim kararlıyım. bu gece artık sevgili olacağız solist ile aşığım çocuğa. derken, pelin tarafından öpülen zavallı garson çocukla yetinmeyen seray, bir tokat da gelen diğer garsona geçirdi ve yetmiyormuş gibi o sırada ayağa kalkmayı başaran pelin adamın üzerine kustu. bodyguardlar bizi oradan yaka paça çıkarmaya çalışırken hala bağırıyordum "but i'm a supergirl and supergirls just fly"
sözün sonu; mimlenen yerlerim acıyor...

20 Kasım 2011 Pazar

YAĞMUR, ÜTÜ VE GERİ KALAN HER ŞEY

aldatıldım. olabilecek en güzel şemsiyeler bende sanıyordum, bana aitler, süperler, harikalar, üzerindeki simler sayesinde pırıl pırıl parlıyorlar, tıpkı yıldızlar gibi...


aldatıldım. çok gücüme gitti. benimkilerden de güzelleri varmış. şu fotoğraftaki şemsiyeler işte. küstüm oynamıyorum. istemiyorum yağmur da yağmasın hiç. gerçi ben şemsiyelerimi alalı yağmurun yağdığı falan da yok. bir kez bile kullanamadım yavrucakları, boynu bükük duruyorlar dolabımda. geçenlerde evde bari hevesimi alayım diye açmış, salonda tur atarken (üsküdar'a gideriken şarkısı eşliğinde), anneme yakalandım. halbuki mutfakta yemek programı izliyor diye ne rahattım. ev yansa kalkmaz o tv nin başından oktay usta tarif verirken. geldi ve o vurucu cümleyi bir kez daha söyleyip kafama balyozla vurdu: "napıyorsun? sen yağmuru sevmezsin ki..." evet anne sevmem biliyorum ama şemsiyelerimi seviyorum. 

şemsiyeleri sevmem için illa yağmuru da mı sevmem gerekiyor anlamıyorum ki... hayat niye hep böyle olmak zorunda? şemsiye seviyorsan yağmuru seveceksin, adamı seviyorsan anasını seveceksin filan... bu son kısmı anneme söylemedim, söylesem neden evde kaldığım konusuna güzel bir giriş yapıp, profesör bilgeliğiyle iki saat konuşacak. oysa bir sürü pantolonum var ütülenecek daha... iki gündür ütüleyecek diye bekliyorum. hayır, ütücüye götüreyim diyorum ona da izin vermiyor. ne gerek varmış para verecekmişim, o ütülermiş... beynimi ütülemekten pantolonlarıma sıra gelmiyor ki anneee...


13 Kasım 2011 Pazar

40

kırk güzel sayı. bir şeyi kırk kere söyleyince olurmuş, bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı varmış.
kırk yıllık dost, kırk yıllık aşk varmış (var mıymış?)
haramiler kırk tane. 
kırk yılda bir olurmuş bazı şeyler. 
sonra... kırkayak var. ama o güzel mi bilmiyorum, kırk tane ayağım olsun istemezdim.
bebeklerin kırkı çıkınca yumurta ve şeker topluyorlar. meyveli şekerleri seviyorum. 
a... tekerleme de var; bir dalda kırk kartal, kırkının kanadı kırık kartal.
kırkyama yatak örtüleri var. yatmak güzeldir sıcacık yorganın altında, kocaman bir yatakta...
kirk douglas vardı bir de (büyük harf yazınca, kırk yazılır  ki...). çenesinde de gamzesi vardı. benim de var hem...
kılı kırk yarmak, var. bazen yapıyorum galiba ben de öyle şeyler. 
kırk katır mı, kırk satır mı, diye soruyorlar masalın sonunda kötü adama. ben sormam sana. kahve içtim ya elinden, kırk yıl hatırı var.
kırk güzeldir... öyle işte, ne bileyim...

11 Kasım 2011 Cuma

SAMAN SARISI

(...)
seher vaktı habersizce girdi gara ekspres
yağmurlar içindeydi Pırağ
bir gölün dibinde gümüş kakma bir sandıktı
kapağını açtım
içinde genç bir kadın uyuyor camdan kuşların arasında
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
kapadım kapağı yükledim sandığı yük vagonuna
habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres
baktım arkasından kollarım iki yanıma sarkık
yağmurlar içindeydi Pırağ
sen yoksun
uyuyorsun alacakaranlıkta alt ranzada
üst ranza bomboş
sen yoksun
yeryüzünün en güzel şehirlerinden biri boşaldı
içinden elini çektiğin bir eldiven gibi boşaldı
söndü artık seni görmeyen aynalar nasıl sönerse
yitirilmiş akşamlar gibi Vıltava suyu akıyor köprülerin altından
sokaklar bomboş
bütün pencerelerde perdeler inik
tıramvaylar bomboş geçiyor
                                             biletçileri vatmanları bile yok
kahveler bomboş
                            lokantalar barlar da öyle
vitrinler bomboş
                   ne kumaş ne kıristal ne et ne şarap
                   ne bir kitap ne bir şekerleme kutusu
                   ne bir karanfil
şehri duman gibi saran bu yalnızlığın içinde bir koca kişi yalnızlıkta on kat
            artan ihtiyarlığın kederinden silkinmek için Lejyonerler Köprü-
            sü'nden martılara ekmek atıyor
                        gereğinden genç yüreğinin kanına batırıp
                        her lokmayı
vakıtları yakalamak istiyorum
parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının
yataklı vagonda bir kadın uyuyor alt ranzada
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
elleriyse gümüş şamdanlarda mumlardı

(...)

Moskova bahtiyardı bahtiyardım bahtiyardık
yitirdim seni ansızın Mayakovski Alanı'nda yitirdim ansızın seni oysa
        ansızın değil çünkü önce yitirdim avucumda elinin sıcaklığını senin
        sonra elinin yumuşak ağırlığını yitirdim avucumda sonra elini
ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan
ama yine de ansızın yitirdim seni
asfalt denizlerinde otomobilleri durdurup baktım içlerine yoksun
bulvarlar karlı
seninkiler yok ayak izleri arasında
botlu iskarpinli çoraplı çıplak senin ayak izlerini birde tanırım
milisyonerlere sordum
görmediniz mi
eldivenlerini çıkarmışsa ellerini görmemek olmaz
elleri gümüş şamdanlarda mumlardır
milisyonerler büyük bir nezaketle karşılık veriyor
görmedik
İstanbul'da Sarayburnu akıntısını çıkıyor bir romorkör ardında üç
              mavna
gak gak ediyor da vak vak ediyor da martı kuşları
seslendim mavnalara Kızıl Meydan'dan romorkörün kaptanına sesleneme-
              dim çünkü makinası öyle gümbürdüyordu ki sesimi duyamazdı
              yorgundu da kaptan ceketinin düğmeleri de kopuktu
seslendim mavnalara Kızıl Meydan'dan
görmedik
girdim giriyorum Moskova'nın bütün sokaklarında bütün kuyruklara
ve yalnız kadınlara soruyorum
yün başörtülü güler yüzlü sabırlı sessiz kocakarılar
al yanaklı kopça burunlu tazeler şapkaları yeşil kadife
ve genç kızlar tertemiz sımsıkı gayetle de şık
belki korkunç kocakarılar bezgin tazeler şapşal kızlar da var ama onlardan
            bana ne
güzeli kadın milleti erkeklerden önce görür ve unutmaz
görmediniz mi
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri kocaman
Pırağ'da aldı
görmedik
vakıtlarla yarışıyorum bir onlar öne geçiyor bir ben
onlar öne geçince ufalan kırmızı ışıklarını görmez olacağım diye ödüm
          kopuyor
ben öne geçtim mi ışıldakları gölgemi düşürüyor yola gölgem koşuyor
           önümde gölgemi yitireceğim diye de bir telâştır alıyor beni
tiyatrolara konserlere sinemalara giriyorum
Bolşoy'a girmedim bu gece oynanan operayı sevmezsin
Kalamış'ta Balıkçının Meyhanesine girdim ve Sait Faik'le tatlı tatlı
            konuşuyorduk ben hapisten çıkalı bir ay olmuştu onun karaciğeri
            sancılar içindeydi ve dünya güzeldi
lokantalara giriyorum estırat orkestraları yani cazları ünlülerin
sırmalı kapıcılara bahşiş sever dalgın garsonlara
gardroptakilere ve bizim mahalle bekçisine soruyorum
görmedik

(...)

NAZIM HİKMET

8 Kasım 2011 Salı

KASIM

kasım... en sevmediğim ay... nedenini bilmem. soğuklar kendini hissettirdiği içindir belki. hayatımda hiçbir kasımı böyle sevmedim ben.

hiçbir kasım bu kadar güldürmedi beni. hiçbir kasım bu kadar huzur vermedi. hiç biri bu kadar eğlendirmedi. ve kalbimi böyle çarptırmadı...

kasım... en sevdiğim ay... nedenini biliyorum. soğuklar umurumda değil. hayatımda hiçbir kışı böyle sevmedim ben...

4 Kasım 2011 Cuma

KİBAR'DAN HAVADİSLER

avram cadısının (erkek cadı oluyor mu bilmem, olmuyorsa bile bir hatadır olmuş) sinir taktiklerini uygulamaya karar verdim. adamı yarım saat beklettim. fakat hiç sinirlenmişe benzemiyordu, aksine beni görünce sevindiğini bile söyleyebilirim. ayrıca operayı hiç sevmediğini öğrendim. yine de, "arkadaşım olacak sahnede, ayıp gitmem lazım, beni yalnız mı bırakacaksın" gibi türlü bahaneler sıraladığımda; "tamam gelirim canım" dedi. dedi yani, gelecek. orada uyusa da, sıkılsa da gelecek. önemli olan geleceğini bilmek zaten... ben de acıdım onu götürmemeye karar verdim. 

mont, palto tutturma işini henüz deneyemedim. "malum kişi"nin de (bkz. avram cadısı) dediği gibi, titrek bir insanım ve üşüdüğüm için üzerimdekileri zaten çıkarmıyorum. ve fekat, dün elimde dosyalarla yanına gittiğimde derhal alıp o taşıdı. hanesine bir kibar puan daha eklendi. gel gör ki bir şey öğrendim... meğer bizim kibarın arabasının kilidinde sorun varmış. yani istesem de ben o kapıyı açamazmışım. adam aceleyle inip, arkadan koşar adım dolaşıp benim kapımı bu sebeple açıyormuş sanıyorsun değil mi? hıh... sen öyle san! kapı kolunu yaptırmış. fakat yine de kapımı kendisi açacakmış, hoşuna gidiyormuş. bak bak bak... ne adamlar var yahu, bu yaşımda yeni keşfettim iyi mi...

ayrıca... sıkı dur; çayıma atılacak şekerin kağıdını ben açacakken elimden alıp açtı. kahvemin yanında gelen çikolatanın kağıdını da... nasıl ya?.. ben bile şaşırıyorum. altından ne çıkacak bunun bakalım. hayırlara vesile olsun işşalla... amin.

3 Kasım 2011 Perşembe

ACEMİ İNSAN

"İşte şimdi parçalanmış aynalar gibiyim. Saçıldı gözlerim etrafa… Ve ben daha kaç kez ölebilirim bu kadar bilmiyorum… Kaç asır daha toplamam gerek yeryüzüne dağılan kendimi?"

'pöfff...' dedim okurken 2006'da yazdığım bu cümleleri. hala aynı hissedebiliyorsam, bir gram ilerleyememişim şu hayatta. neyse ki, biraz daha 'dalgamı geçer, keyfime bakarım' hali gelmiş bana. gençken her şey pek bir ciddi... dibine vuruyorsun yaşarken aşkın da, acının da... yaş aldıkça, aşklar da kısa sürüyor, acılar da... "amaaaan" deyiveriyorsun, "bu da geçer" şarkıdaki gibi... "neler neler geçmedi ki?.." 
yok, demek istediğim ucuzlaştığı değil. baş etmeyi öğrendiğimiz, her şeyle... belki bir şey öğrendiğim de yok, kendimi kandırıyorum sadece. işte kafa karışıklığı hala... bu yaşta... bi akıllan, bi silkelen di mi... yok, yok, benden profesyonel olmaz, acemi geldim, acemi gideceğim şu hayattan... hay bin kunduz...

31 Ekim 2011 Pazartesi

ÇOK KİBAR

son zamanların en kibar insanı bu aralar benimle takılıyor.

şaka değil. önce bu kibarlık küçük, minik, sıradan jestlerden ibaret sandım. hani yeni tanıştığınızda bir erkekle ve dar bir yerden geçmeniz gerektiğinde kenara çekilip yol vermesi, kapıdan girerken size öncelik tanıması gibi... böyledir erkekler ilk etapta. bir ay içinde hepsini unuturlar. hele sevgili olmuşsanız o kibar adamın kısa zamanda nereye kaybolduğuna akıl sır erdiremezsiniz. kibar gider, yerine bir hödük gelir oturur yanınıza.

neyse konuyu fazla dağıtıp erkekler hakkındaki sevgi dolu düşüncelerimi aktarmadan, bizim kibar insanımıza dönelim... yol veriyor. dar bir yerden geçeceksek, mesela iki arabanın arasından, bizimki pek çok erkek gibi yol veriyor. hatta sigaramı yakıyor. eh bu da fena değil, yol vermek kadar sık olmasa da bazı erkekler tarafından yapılabiliyor. ama daha önemlisi, hatta ve hatta en önemlisi, arabadan inerken kapımı açıyor. evet... şaşırtıcı. ilk seferinde; beklememi isteyip kapıyı açacağını söyleyerek yerinden fırlayınca, olan bitene anlam veremeden oturdum kaldım koltukta. arkadan dolaşıp (evet evet arabanın önünden asla dolaşmıyor üstelik) kapımı açtı. şöyle bir havaya girdim, ne yalan söyleyeyim. etrafa baktım gören var mı diye. ne yazık ki, pek işlek bir sokakta değildik. sanmayın ki o anlık bir şey, ya da beni tavlamak için falan yapıyor... yok canım, adam düpedüz kibar. inanılmaz... günlerdir kapımı açıyor ve ben de victoria's secret meleği gibi süzülerek iniyorum arabadan. nasıl havalıyım, nasıl işveliyim anlatamam. biliyorum ki bu rüya bir gün bitecek, bari tadını çıkarayım edasıyla süzüm süzüm süzülüyorum. bilseniz nasıl bir mutluluktur bendeki... sanki bunca sene kapımı açmayan, tanıştığım ilk aydan sonra yol vermeyi bırakan, hatta bir yere girerken aynı anda hareket ettiğimiz için kapıya sıkışıp kaldığımız bütün o erkeklerden intikam alıyorum. değmeyin keyfime...

29 Ekim 2011 Cumartesi

SABAH İŞKENCESİ

eskiden "zır"lardı saatler. şimdi "dıt"lıyor. zaten saat bile değiller, kimi kandırıyorlarsa...


zamanı kandırabilir misin, sen ondan haber ver...


saat dıtlamadı ama çaldı. aslında çalan telefondu tabii... üstelik bu kez telefonun kendini saat sanması da değildi mesele. ama yine de saat niyetine çalmıştı. o arıyordu, uyandırmak için. uyumak istiyordum. halletmem gereken işlere inat, görmem gereken insanlara inat, ona inat uyumak istiyordum. sıcacık yatağıma gömülüp, rüyamın kalanını görmek... yarım kalmışlık duygusunu oldum olası sevmemişimdir. üstelik en kötüsü; bir aşkın yarım kalmışlığı hissi -ki bir kez tanışmışlığım vardır bu duyguyla-, bir de rüyaların yarım kalmışlığı -çokça hissettiğim...


konuştu, konuştu, konuştu... konuştuk... ne konuştuk o kadar bilmiyorum. konuşursam uyandığımı düşünüp telefonu kapatır sandım. yanıldım. kapattı telefonu. beş dakikalığına...


sonra yeniden aradı, hınzır gülümsemesini görebiliyordum -aklımın uyuyan yarısında bir rüya oldu gülümserkenki yüzü-.
"kalk" dedi.
"çok soğuk" dedim. (hayatımın dörtte üçü bu duygunun gölgesinde geçti)
"şimdi sağ ayağını çıkar yorganın altından."
sağ ayağımı yokladım, kıpırtısız yatıyordu. uyandırmak istedim, nafile. hareketsiz, diğerinin altında "çıkaramam, altta kalmış."
"o zaman sol ayağını çıkar yavaşça."
bomba imha ekibi kadar yavaştım. o ise, canımı almaya çalışan bombacı gibi... parçalandım. her parçam ayrı bir köşeye dağıldı odada... hepsini topladım bir bir, kalktım...


kalktım. kalkmam için elinden ne geliyorsa yaptı. kapı sesini duymadan telefonu kapatmayacağını söylediğinde kalktım asıl. odamın kapısını açıp kapadım. "tamam" dedi, "şimdi inandım kalktığına. telefonu kapatabilirim." sevindim. "on beş dakika sonra arayacağım." tam bir kabustu... karabasan... üzerime çökmüş, bir türlü kurtulamıyorum. en iyisi uyanmaktı. en iyisi uykuyu akşama kadar düşünmemekti. en iyisi yeni güne gülümseyerek başlamaktı. güldüm. "tamam... on beş dakika sonra..."

26 Ekim 2011 Çarşamba

İÇ SIKINTISI

bu iç sıkıntısı ne zaman geçecek bilmiyorum. birkaç gün oldu başlayalı, grip gibi giderek yoğunlaşıyor sanki... annem "kış sıkıntısıdır o." dedi. "hıı... olabilir. hiç sevmiyorum şu kışı" dedim ve arkası geldi:
-ne kışı?
-kış kışı...
-nasıl yani?
-soğuyor hava işte, sevmiyorum. yağmurlar da başlayacak yakında...
-yağmur yağsa, diyordun ya geçen gün.
-e... o geçen gündü. iki tane şemsiye aldım; biri parıltılı kalpli, diğeri leopar desenli. onun hevesiydi.
-iyi... kış nereden çıktı?
-ne diyorsun ya?
-ne bileyim, ben de anlamadım.
-alla alla kış sıkıntısı diyen sen değil miydin?
-ha... yok, k.ç sıkıntısı demiştim ben.
-hö?
-yattın koca yaz, şimdi zor gelir tabii çalışmak diyorum.
-hı... o da var...
-k.çın yemiyor, var bir de...
-abartmayalım istersen anne.
-tamam.

24 Ekim 2011 Pazartesi

BAŞLIKSIZ

cumartesi akşamı görüşecektim onunla aslında. işlerini bitirememiş, görüşememiştik.

vanlı. liseyi bitirene kadar orada yaşamış. bir kız kardeşi de evlenip van'a yerleşmişti birkaç yıl önce. dünden beri elim gitmiyor telefona, arayamıyorum. ne diyeceğimi bilmiyorum, sevgi'yi (kardeşi) nasıl soracağımı bilmiyorum, diğer tanıdıklarını, akrabalarını, arkadaşlarını...

aradım bugün. her aradığımda 'aradığınız kişi şu an başkasıyla görüşüyor' diyen o ses çıktı karşıma. yeniden aradım, yeniden söyledi... inatlaştık, ben aradıkça o aynı şeyleri söyledi. kendimi gerilim filmlerinin ortasında buldum. eve bir yabancı girmiş, korku içinde sindiğin yerden polisi arıyorsun ama sürekli "aradığınız tüm hatlar meşgul" diyor bir kadın sesi.

sonunda ulaştım. herkes iyiydi. rahatladım. sonra rahatladığım için kendimden utandım.

insan olmak bazen gerçekten zor... ya da ben zorlanıyorum...

22 Ekim 2011 Cumartesi

ÇAĞRILMAYAN

geldim... "gel" demedi aslında. "geleyim" dedim, gülümsedi. "gel" dedi mi o zaman bilmiyorum. takıldım peşine, geldim.
gidesim vardı zaten. daha uzaklaraydı aslında ama belki de en uzak yer burasıydı. geldim, gülümsedi. gece mavisi oldu her yer. ne aydınlandı, ne karanlıktı...
oturdum yanına. gelmiştim ya nasılsa, oturabilirdim de... güldüm çocuksu kıkırdamalarla. ne yapacaktım bilemedim.
işte şimdi buradayım, etrafa bakıyorum meraklı gözlerle. her şey yabancı. sonra... o, gülümseme, etraf, meraklı gözler, o, mavilik, etraf, tedirginlik, o, rahatlama, etraf, boşluk, o, göz kırpma, etraf, kocaman bir oyun alanı, gülümseme, kıkırdama, kahkaha...