25 Eylül 2012 Salı

ANAOKULU TERK

defne okulu bıraktı, okumayacakmış...

hikayeyi baştan anlatayım: bizim velet bu sene ilk kez anneden ayrılıp anaokuluna başladı. aman bir heves, bir heves... "sen de okula gidiyoysun diy miiiiiii? ben de gidiyoyuuuuum" lar, "senin paymak boyan vay mıııııı?"lar... telefonda konuşuyoruz mutlu maymun ile. geçen seneden beri "okul okul" deyip duruyordu zaten. eh büyüdü artık dedik biz de; babaanne, dede, anne hep beraber gidip bizimkini yazdırdılar okula. 

ilk gün anne ile beraber gitti. pek de mutluydu. zaten ilk hafta sadece bir saat kaldılar okulda. alışma turları... 

ikinci hafta ne olduysa oldu, su koyverdi. anneyi istemeler, ağlamalar, zırlamalar... bizim cadı, öğretmenini pek sevmedi anladığımız kadarıyla. biraz soğuk bir kadınmış. hatta o derece soğuk ki, sınıfa dolap yapmaya gelen marangozlar ile ilgilenirken bizim zıpır ağlamaya başlamış, atmış kendini yerlere de dönüp bakmamış. ben bilirim onu, yatar yere canı sıkılınca. kalk dersin, "benim canım sıkılıyooo. kalkmıycam işteee" diye daha da bir yuvarlanır. fırat kaçmış içine (ya da bana çekmiş ben de yapardım aynını). her neyse, görgü tanıklarının ifadesine göre bizimki ağlaya ağlaya kendini yerden yere atmış, yuvarlanmış bir saat de, öğretmen ustalarla ilgilenmekten bizimkini umursamamış bile. öyle de bir enteresan kadınmış yani. tabii bunu ve benzeri birkaç şeyi daha duyunca abim hoplamış, gitmiş öğretmen ile konuşmaya ama nafile. soğuk nevale nuh demiş peygamber dememiş. disiplin de disiplin diye tutturmuş. abim de o sinirle müdüre çıkıp, bağırmış çağırmış, bir de onunla tartışmış. bu arada benim zavallı miniğimin hali şu ki, iki yaşında hiç sorunsuz tuvalet eğitimini tamamlayan çocuk altına kaçırmaya başlamış. kuzum nasıl korktu, nasıl bunaldıysa... psikolog da, "daha çok küçük, okula başlamasına iki sene var nasıl olsa" deyince ve muhtemelen defne serra bunu çaktırmadan duyunca başlamış söylenmeye evde: "ben daha çok küçüyüm, siz beni göndeyiyoysunuuuz, ben okula gitmiceeeeem, ben daha küçücüyüüüüüm"... eh almışlar okuldan. ertesi gün ana-kız toplamışlar pıllarını pırtılarını doğru annemlerin yanına yazlığa gitmişler. bir de orada şikayet etmiş abimi; okula yolluyorlar küçücük çocuğum ben manasında bir şeyler... 

bizim, "okul okul" diye heveslenen maymun, okulu dönmemecesine bırakmış anlaşılan. telefon sohbetinden onu anladım ben:

ben: defneee okul ne güzel bir sürü oyuncak da var, gitmeyecek misin?
defne: ı ıh.
ben: tamam o zaman azcık büyü sonra gidersin.
defne: ... (tık yok bizimkinde)
ben: okumıycan mı?
defne: ı ıh
ben: anaokulu terk mi olucan?
defne: hı? hı hııı...
ben: iyi ya boşver... bak bana, okuyunca da bir şey olunmuyor gördüğün gibi. okutmayalım seni. zaten matematik diye bi şey var okulda, hayatın kararıyor sonra. 12 sene okuyorsun bir de, yetmiyor 4 sene de üniversite, etti sana 16 sene. yüksek lisans yapayım desen üzerine birkaç sene daha ekle... ömür bitiyor, okul bitmiyor. zaten sıkıcı bir şey okul, bir sürü de kural var. okusan da bi...
defne: babaaaanneeeaaaa, halam (çat)
o "çat", telefonu sehpaya koyup gitme sesi. edepsiz, neredeyse suratıma kapatacaktı. güzel güzel sohbet ediyorduk oysa...




23 Eylül 2012 Pazar

BEN DE SENİ...

yok efendim facebook'ta laf giydiriyormuşum. kendisi blogda sürekli benimle uğraşmıyor sanki. neymiş; orada huysuzmuş, öyle davranırmış. neyse ki sabırlı insanım, umursamıyorum. hem ben de face'te huysuzum o zaman napalım alla alla...

iki aksi insan bir araya gelince böyle oluyor. gün içinde yapmadığımız bütün huysuzlukları gece internet ortamında yapıp rahatlıyoruz. eğleniyoruz da...

bir de benim lafım üzerine yazı koymuş bloğuna, beceriksiz bir adam karikatürü eşliğinde. ona karşılık olsun: 





21 Eylül 2012 Cuma

AYIP ŞEYLER

kibar insanım. arada bir sinirlenip içimden "bok" demek, ne bileyim bir kadına mesela kötü bir sıfat kullanmak geliyor. gelmiyor desem yalan olur. öyle zamanda "hatun" diyorum. bu "hatun" lafını hiç sevmem ve bir kadına sinirlenmişsem ancak "hatun şunu şunu yaptı yaaa..." diye bahsederim. bir de "bok" diyorum. bazen.

sanırsınız saraylarda yetişmişim(!) kavga ederken karşıdakine hakaret eden insan sevmem. kavga insanın edebini ortaya koyar, kişiliğini... sanırsınız, saraylarda yetişmişim. öyle de hassasım.

kibar insanım. bazen çok sinirleniyorum. içinden küfürler geçen cümleler kurmak istiyorum; uzun, tren gibi... aklıma gelmiyor. ezbere küfür bilmiyorum. 'bilseydim keşke' diyorum sonra, rahatlardım belki öyle şeyler söyleyince. 

sinirim geçiyor zamanla. dibe çöküyor. bir tortu kalıyor tepede. ne bilmiyorum. kırgınlık belki... ya da kızgınlığın kendi tortusu...

kibar insanım. halbuki avazım çıktığı kadar bağırasım geldiği zamanlar oluyor. 

rüyalarımda öldürebilirim birini. küfür edebilir, hakaret edebilirim. oysa uyurken de aynıyım. hiç kötü söz etmiyorum. ne kötü... ne kötü...

kibar kibar oturmuş, kibar kibar yazıyorum. tortu benimle. takılıyoruz beraber, ayaklarımızı uzatmış. o da kibar, hiç sesi çıkmıyor. konu dışı şeylerden bahsediyorum arada ona. hiç sesi çıkmıyor. oturuyoruz. hiç küfür bilmiyor. 




18 Eylül 2012 Salı

DOĞRU NEFES 3

yatarak çalıştığımız diyafram nefesini artık ayakta çalışmanın zamanı geldi. elinizi diyaframınıza koyup deneyin bakalım durum nedir. yapamıyorsanız moraliniz bozulmasın, çalışmaya devam.

işte size birkaç egzersiz:

1- dilinizi çıkarın
2- köpeklerin yaptığı gibi, sık sık ve hızlı nefes alıp verin ağızdan
göreceksiniz, karnınız inip çıkacak. yani diyafram girecek devreye. bunu belirli aralıklarla yapabilirsiniz.

bir başka yöntem:
1- nefesinizi tutun
2- karnınızı içeri çekin, dışarı itin.
3- nefes almadan bunu yapabiliyorsanız şunu da deneyin; nefes alırken karnınızı dışarı itin, nefes verirken karnınızı içeri çekin.

diyafram nefesine alıştıktan sonra onu güçlendirmek için gerekli egzersizlere geçebiliriz. ama önce doğru nefes alma tekniğini oturtmakta fayda var. 


15 Eylül 2012 Cumartesi

YİNE Mİm

pınar "sen de yaz" deyince kıramadım:

1- günün nasıl geçti?
her zamanki gibi geçti. rutin hayatıma bir gün daha ekledim. sorunsuz bir 24 saat olduğu için şikayetçi değilim. hem ben rutini severim.

2-isim vermeden bahset
günümden mi bahsedeceğim? niye isim vermiyoruz?

öğlene kadar uyudum. öğleden sonra uyanıp hızla bir kahvaltı yapıp kendimi dışarı attım. sevgili ile (isim vermiyorum) deniz kenarında çay içip bir saat kadar oturduktan sonra işe (isim vermiyorum) gittim. isim vermediğim grubum (öğrencilerim) ile güldüm eğlendim, bazen ben bile eğlenceli olabiliyorum (ismimi vermiyorum). biraz diyafram çalıştırdım, biraz ses açtık, bağırıp çağırdık. en çok bu faslı seviyorum. ismini vermeyeceğim kurum müdürü ve benzeri yetkilileri gürültüye boğma fikri hoşuma gidiyor sanırım. çıkışta bostanlı'da (ayh isim verdim) sevgili ile buluşup ismini vermeyeceğim bir deniz kenarı mekanda oturup kahve falan içip evlere dağıldık. huh... ne zormuş isim vermeden yazmak(!)

3- neden hep cam kenarı?
cama yaslanabiliyorsun. koridorda oturursan yaslanamazsın. ayrıca dışarıyı da rahat seyredemezsin. ayrıca başını cama dayayıp dışarıyı hiç seyredemezsin. 

uçakta cam kenarını çok sevmiyorum aslında. koridoru da sevmiyorum. ortayı da...

sabit bir yerde oturuyorsam cam kenarı şart değil. hatta duvar kenarını yeğlerim, camdan soğuk geliyor.

4- bugün kendin için ne yaptın?
güldüm.

5- twitter ana sayfanı aç, ilk gözüne takılan?
Bir arkadaşa bakip çikicam.


6- düşün ki, o bunu okuyacak.
o kim? avram mı? o ve arkaik harfler dışında hayatımdaki kimse okumuyor zaten. çoğunun blog yazdığımdan haberi bile yok.

7- kahkaha atmana sebep olan karikatürler:
çok var ama sadece daha önceki yazılarımda kullandıklarımdan bazılarını ekleyeceğim, diğerleri zamanı geldikçe çıkacak gün ışığına zaten. sürprizini bozmayalım.
  






8- klavyeye bakmadan bir şeyler yaz
ne yazacağım bilmiyorum ama 10 parmak yazdığım için ben zaten sadece ekrana bakıyorum.

9- bir cümle düşün, sonra kelimelerin yerlerini değiştirerek yaz.
düşün bir kelime, cümle yaz değiştirerek yerlerini sonra.

uzun zamandır mim yazmamıştım. bitti gitti, hepimize geçmiş olsun :)


DOĞRU NEFES 2

1- dik bir konumda ayakta durun ya da oturun. 
2- bir elinizi göğsünüze, diğer elinizi göğüs kafesinizin hemen altına (diyaframa) koyun. 
3- karnınızda bir balon olduğunu hayal edin, nefes alıp havayla dolduğunuzda oradaki balonun şişmesi gerekir. 

hava burnunuzdan girer, soluk borunuzdan geçip akciğerlere ulaşır. diyafram kasınız aşağıya doğru esner, üst karın bölgeniz adeta bir balon gibi şişer. nefes verirken ise yine bir balonun havasını alıyormuşsunuz gibi iner. elinizdeki hareketi gözlemleyin. nefes aldığınızda diyaframınızın üzerindeki el yükseliyor, nefes verdiğinizde iniyor mu? eğer bunu yapıyorsanız doğru nefes alıyorsunuz demektir. yeni başlayanlarda çoğunlukla tam tersi olur. nefes alırken karnını içine çeker kimileri, diyafram kısılır, havaya yer kalmaz. bunun yerine göğüs bölgesi hareketlidir. göğüs üzerindeki el inip çıkar. bu yanlış nefes aldığınızın göstergesidir. 



ilk fotoğraf nefes verildikten sonra, ikincisi ise nefes aldıktan sonraki, balonumuzun(!) şişmiş hali. içi havayla dolu. oh mis gibi, bol oksijen. 

yapamıyorsanız endişelenmeyin. yeni başlayanlar için zor olabilir. ilk etapta yatarak çalışmayı deneyin. 

1- sırt üstü uzanın,. dizlerinizi yukarı gelecek şekilde bükün.
2- elinizi göğüs kafesinizin hemen altına koyun.
3- burnunuzdan yavaş yavaş nefes alın. karnınızın üzerindeki elinizin yükseldiğini hissediyorsanız doğru yoldasınız demektir. nefes alırken karnınız (ve eliniz) yukarı doğru yükselir, nefes verirken karnınız içeri girer.

bir süre yatarak çalışın. ayaktayken denediğinizde olmuyorsa canınız sıkılmasın. daha önceki yazımda da belirttiğim gibi; diyafram bir kastır, tıpkı kol kasınız gibi düşünün. nasıl ki, kol kasınızı geliştirdiğinizde daha fazla ağırlık kaldırabiliyorsanız, diyafram kasınızı geliştirdiğinizde de daha fazla oksijene yer açacak, doğru nefes alacaksınız.

bir sonraki yazıda ayakta yapılacak egzersizlere yer vereceğim. hepsini bir anda anlatmamamın sebebi; arka arkaya bilgi bombardımanı olmasın, kafa karıştırmasın ve göze zor görünmesin. haydi bakalım deneyin, tecrübelerinizi bana da aktarırsınız belki.


13 Eylül 2012 Perşembe

DOĞRU NEFES

nefes almak, yaşayan her akciğerli canlı için otomatik bir eylemdir. doğduğumuz andan itibaren yaptığımız ilk bağımsız etkinliktir de diyebiliriz. hepimiz nefes alıyoruz, önemli olan bunu doğru yapıyor muyuz?

doğduğumuz anda başlayan solunum; hastalıklar, yaşanan travmalar gibi pek çok nedenle zaman içinde bozuluyor. evet, nefes almaya devam ediyoruz ama doğru nefes almayı bırakıyoruz. uzmanlar, vücudumuzdaki toksinlerin sadece %30'unun ter ve bağırsaklar yoluyla atıldığını, geri kalan kısmının solunum sisteminde biriktiğini söylüyor. yani doğru nefes almıyorsanız bedeniniz artık madde deposu haline geliyor zamanla. düşünün, toksinlerin %70'i vücudunuzda kalıyor. bu çok büyük bir oran, birçok hastalığın da sebebi. uzmanlar kalp hastalıkları (kalpteki oksijen azlığı nedeniyle spazm oluşur), yüksek tansiyon, kanser dahil pek çok hastalığın temelinde doğru nefes almamanın yattığını belirtiyor. oysa doğru nefes aldığınızda oksijen tüm hücrelerinize ulaşıyor, temizlik başlıyor. cilt yapınız iyileşiyor (hanımlaaaar), zihniniz temizleniyor, enerjiniz artıyor, ideal kilonuza ulaşmak kolaylaşıyor (yağ hücrelerini yakan da oksijen). ayrıca sakinleştirici etkisi olduğu biliniyor (sinirlendiğinizde derin nefes almanız önerilir ya hep), stres, depresyon ve anksiyeteye iyi geliyor, uykuya dalmanızı kolaylaştıyor. 

peki nedir doğru nefes? diyafram nefesi, bir başka deyişle karın nefesidir. diyafram, göğüs boşluğu ile karın boşluğunu birbirinden ayıran kasa verilen addır. pek çoğumuz günlük hayatta göğüs nefesi alıyoruz. zavallı diyafram öyle atıl bir şekilde duruyor vücudumuzda. yazık!

bebekleri düşünün; yatarken izlemişsinizdir mutlaka, nefes alırken karınları inip kalkar göğüs oynamaz. işte bu, henüz hayatın sillesini yememiş insan evladının bozulmamış, doğal nefesidir. 

diyaframını yeterince kullanmayan insanlar ilk etapta bu nefesi öğrenmekte ve uygulamakta biraz zorlanabilirler. şöyle düşünün, kol kaslarınızı ne kadar geliştirirseniz o kadar ağırlık kaldırabilirsiniz değil mi? aynı şekilde diyaframınızı da geliştirdiğiniz sürece daha güçlü nefes alabilirsiniz. yani ne yapıyor muşuz? her gün beş dakika çalışıyormuşuz. nasıl mı? eh onu da bir başka yazıya bırakalım.



8 Eylül 2012 Cumartesi

EN KORKTUĞUM SENARYO

benim en korktuğum; ne inli cinli, ruhlu olanlar, ne de bilinmeyen katillerin önüne geleni öldürdüğü filmlerdir. asıl kabus salgındır. allaaam bir hastalık başlar birden ya da eski bir virüsü çalar biri, salar piyasaya -mesela veba- ondan sonra al başına belayı... adamın birine bulaşır o virüs, metroya biner öksürür, terler, tüm yolculara bulaştırır. bu arada ölümler başlar. hükümet bir türlü çaresini bulamaz, bilim insanları aşı yapacağız diye uğraşır. derken, bir başka hasta adam uçağa biner avrupaya gider, uçakta öksürür, mendilindeki kanı görür, terler soğuk soğuk durmadan ama hiç ses etmeden, kimseyi uyarmadan yola devam eder şerefsiz. haydeee virüs paris'e ulaşır, oradan londra'ya, oradan berlin'e, sonra istanbul... tv'de bütün büyük kentlerdeki salgın haberleri verilir. bizim bilim insanları hala aşı yapacağız diye uğraşır. chicago karantina bölgesi ilan edilir. insanlar sürekli ölür. o lanet aşı bir türlü bulunamaz. bu arada şehirden kaçmakta olan bir grup genç, yolda bir baba kıza rastlar. kız hastadır. onlara yardım etmek isterler, yiyecek verirler. gençlerden biri (muhtemelen en güzel ve en iyi kalpli genç kız) sevgiyle küçük kıza yaklaşmışken kız üzerine kusuverir. virüs her yerine bulaşır ama bizim kız korkudan ses çıkarmaz. yanlarından ayrıldıktan bir kaç saat sonra ateşi çıkar, öksürmeye başlar, mendilindeki kanı görür ama bir şey demez öldürülmemek için. giderek kötüleşince diğerleri olayı çakar, onu b.k çuvalı gibi yolun kenarına bırakıp kaçarlar. genç kız ağlayarak arkalarından bakakalır. bu arada bilim insanları hala aşıyı bulamazlar. beyaz saray açıklama yapar, tv'ler avrupa başkentlerinden haberler verirler. türkiye de vardır içlerinde. tüm dünya bu lanet virüsün pençesindedir, milyonlarca insan ölmüştür. sağ kalanlar marketleri yağmalar, hastaneler dolup taşmıştır, doktorlar bir bir hastalanmaktadır. bilim insanları hala aşıyı bulmaya çalışmaktadır. en sonunda aşı bulunur. hemen uygulanır ama işe yaramaz. ölü sayısı giderek artar. esas adam ya da esas kadının (ki muhtemelen bir bilim insanıdır o da) çocuğu hastalığa yakalanır. zaten aşıyı bulacağım diye eve gidip onunla ilgilenememektedir haftalardır. küçük oğlan öksürür, öksürürken ağzından kan gelmektedir. ateşi de çok yükselmiştir, boncuk boncuk terlemektedir. esas kadın çocuğundan hastalık kapar bile isteye. sonra bulduğu aşıyı kendinde ve oğlunda uygular. iyileşirler. aşı her yere dağıtırlar, salgın durmaktadır. tv'de avrupa'da da hastaların iyileşmeye başladığı haberi yapılır. dünyanın yarısı yok olmuştur bile üç günde. new york neredeyse bir hayalet şehre dönmüştür. sanırsın hastalık binaları da etkilemiş öyle bir harabe, izbe hale gelmiştir şehir. beyaz karantina giysili sağlık ekipleri insanları toplu halde kireç kuyularına gömmekte, sonra yakmaktadır. sahne kararır. 

ondan sonra kış gelir; yok domuz gribinden şu kadar kişi öldü, yok kuş gribi iyice yayıldı. gel de korkma. içime fenalıklar geliyor. sıradan bir grip olsam korkumdan bağrınıyorum; "öleceğiiiiiim... o aşı bulunduğunda çoktan mevta olacağım!.."

öf... hava da serinliyor. 

bir de bu filmleri hep kışın verirler. tıpkı jaws filmlerini yazın oynattıkları gibi. adi bunlar ya...



bütün bunlar nereden geldi aklıma? otobüse bindim akşam, karşıma bir adam oturdu. öksürdü. "bana hastalık mı bulaştıracak bu şişman, kel adam acaba? vebadır belki, belki de laboratuvarda saklı tutulduğu halde birkaç yıl önce çalındığı söylenen çiçek hastalığına yakalanmıştır. ne zaman inecek acaba? bir daha öksürür mü ki? salgın filmlerindeki sahnelerden biri gibi tıpkı, şu an bu otobüste bulunan herkese bulaştıracak." diye düşünürken buldum kendimi. paranoyak mıyım? hayır. ben gerçekten takip ediliyorum(!)