30 Ağustos 2012 Perşembe

İÇİMDEKİ KOKOŞ

ne var yani, herkesin içinde illa bir çocuk mu olacak? benim içimde bir kokoş yaşıyor, itiraf ediyorum. dur durak bilmiyor, kemiriyor beni. nerede parıltılı bir şey görse hop ele geçiriyor ruhumu. genetik sanırım. annemde de var bir sim merakı. bazen abartıyoruz. istemeden...

baharda banyoyu yeniledik. dolapları yaptırırken, adam bizi çözmüş olacak ki, "bakın bunlar çok güzel" diyerek karteladaki siyah üzerine parıltılı beyaz damarları olan ve tam zıt kombinasyonlu kaplamaları gösterdi. "şu beyaz zeminliyi üst dolaplara, siyahı alta yaparız çok güzel olur." biz bayıldık tabii. "evet evet bu olsuuun..." diye coşmuşken babam bizi niye engellemedi bilmiyorum. erkeklerdeki bu "banane yaaa... ben mi kullanacağım sanki" rahatlığı nedir öyle ayol.

banyo bitip, dolaplar takıldığında ben işteydim. akşam eve geldim, bir hevesle banyoya koştum. annem de yanımda bitti tepkimi görmek için. düğmeye bastım, bir ışık çaktı, sonra göremez oldum. kör oldum sandım bir an. allaaam nasıl parlıyor ortalık, bakamadım. gözümü aldı resmen. 
"anne biz naptık ya..." 
"ne bileyim, çok parlak olmuş sanki..." 
"parlak kelimesi manasız kaldı bunun yanında. sahnedeyim de bütün spotlar üzerime çevrilmiş sanki, bir şey görmüyorum."
"her duştan sonra alkış isteme de..."
"kalabalık önünde anadan üryan soyunmama aldırmıyorsun da, alkışlamak mı zor geldi?"
"o kısmı da babana havale ediyorum artık!"

neyseki gündüz iyi, akşam lambanın yansımasıyla var olan ışık oyunlarına da alıştım zamanla. yeni aplik sayesinde ışık direkt patlamıyor simlerde artık. 

carrefour'da bu parıltılı şeyleri görünce de dayanamadım işte. hem fiyatları da çok uygundu. kalemler 2,50 tl. bir tane fiyatına tüm set. üstelik simli yazanlardan. 




kalem kutuları ise 3,90. 




ben yeşil, simli olanı makyaj çantası yapmayı düşünüyorum caymazsam.  çantaya öyle çok şey koyuyorum ki; kitap, defter, kalem kutusu, ıvır zıvır... makyaj çantaları ya fazla büyük geliyor, çok yer kaplıyor ya da tam tersine... bunun boyu ideal göründü gözüme.

sevgili olmasa kendimi tutamayıp birkaç tane daha alabilirdim. harika şeyler vardı. su mataraları bile güzeldi. rengarenkler, insanı baştan çıkarıyorlar. hani neredeyse alacaktım. ah ah şimdi çocuk olmak varmış...

son söz: kalemleri kaçırmayın derim.bir tanesi o fiyata normalde çünkü.


KİTAPLARIM 2

son gittiğimiz d&r alsancak'taki oldu. ben pek keyifli değildim o gün, "başka gün mü gitsek acaba yaaa..." diye mızmızlanırken sevgilinin "beni bir daha bulamayabilirsin!" manasındaki tehdidi karşısında yelkenleri suya indirdim. gazi ilköğretim'in bahçesindeki otopark kapanmış, aranızda gitmek isteyen varsa haberi olsun. bizim gibi şaşkın şaşkın bakınmayın kapıya gelince. 

vukuatsız bir alışveriş geçirdik. sanırım sevgili yorgundu, benimle pek uğraşmadı, tutuklatmaya da çalışmadı (bkz KİTAPLARIM). sadece kitap alıp geldik yani. işte ganimetim:




herkese iyi okumalar... 

23 Ağustos 2012 Perşembe

BİR CADININ LANETİ!

iran, "on yaşın altındaki kız çocuklarının evlenmesinin yasaklanması islami kurallara aykırı" buyurmuş. şimdi parlamento tartışacak, belki on yaşından küçüklerin evlenme yasağı ortadan kalkacak. haber burada.

şimdi düşünün, pek çoğunuzun çocuğu var takip ettiğim kadarıyla. kızınız geliyor on yaşına (on yaş altına izin çıkmasını da geçtim, şu an yasal olan on yaşı düşünelim), yani 4. sınıf öğrencisi. evleniyor. bir adamın karısı oluyor. cinsellik nedir bilmeden... daha göğüsleri çıkmadan, daha cinsel uzuvları gelişmeden, adet görmeden, tüyü bitmemiş(!) vücudunda koskoca bir adamın elleri, vücudu... düşünmek bile nefesinizi kesti değil mi? bu nasıl bir toplum düzenidir, bu nasıl bir insanlık, bu nasıl bir dindir? 

lanetliyorum! sizin insanlığınızı, sizin dininizi, tanrınızı... sizi... her şeyinizle... lanetliyorum. dilerim o cehennemde sonsuza dek tecavüze uğrarsınız. yanmak yetmez size.



17 Ağustos 2012 Cuma

YAZARLIK DERSLERİ 1


BAKIŞ AÇISI KARAKTERİ

öyküde ve romanda bakış açısı karakterini doğru seçmek önemlidir. bakış açısı karakterinden kastım anlatım dili değil, her kurguda bir bakış açısı vardır. kimi zaman baş kahramandır bakış açısı karakteri, kimi zaman bir yan karakter, kimi zaman ise birden fazladır. kurgunuzun daha başında, okuyucuya bakış açısı karakterinizi tanıtmalısınız. olaylar kimin gözünden aktarılacak en baştan belli olmalıdır ki, doğru bir okuyucu özdeşleşmesi sağlansın. 

bunu bir örnek ile açıklayalım:
"kapı çaldığında ürperdi. saatlerdir oturduğu koltukta, ne yapacağını bilemez halde kalakaldı angelina. o gelmişti, biliyordu. yine bulmuştu yerini, yine gizleyememişti izini. birazdan kapıyı yumruklamaya başlayacaktı john ve polis gelene kadar da durmayacaktı. daha ne kadar süreceğini düşündü bu kovalamacanın. daha ne kadar dayanabileceğini... işte o an verdi kararını angelina."


3. tekil şahıs ile anlatılan bu kısa alıntıda bakış açısı karakterini hemen tanıyoruz: angelina. bir sorunu olduğunu fark ediyor ve her şeyin onun için iyi gitmesini umuyoruz. 

aynı şey birinci tekil şahıs ile de anlatılabilirdi:
"kapı çaldığında ürperdim. saatlerdir oturduğum koltukta ne yapacağımı bilemez halde kalakaldım. o gelmişti, biliyordum. yine bulmuştu yerimi, yine gizleyememiştim izimi. (...)"

bakış açısı karakteri, 1. tekil şahıs ('ben' anlatımı) ya da 3. tekil şahıs ('o' anlatımı) kullanmanızla ilgili değildir, kafalar karışmasın. yukarıdaki iki anlatımda da bakış açısı karakterimiz angelina.

şimdi bir örnek daha:
"sustum. o böyle ağlarken karşımda, ne diyeceğimi bilmiyordum. ellerini tuttum. o sırada zil sesi geldi. kapı çaldığında ürperdi. saatlerdir oturduğu koltukta, ne yapacağını bilmez halde kalakaldı angelina. o gelmişti, biliyordu. yine bulmuştu yerini, yine gizleyememişti izini. korkusunu gözlerinden anlayabiliyordum."

gördüğünüz gibi son örnekte bakış açısı karakteri değişti. artık angelina'yı ve olayları anlatan kişi  bir başkası. biz okuyucular, bu kişinin gözünden göreceğiz angelina'nın başına gelenleri.

bakış açısı karakterini doğru seçmek ve bakış açısı karakterinin taşıması gereken özellikler uzunca bir yazı konusu olur. ben burada kısa bir bilgilendirme yapmak istedim sadece. umarım faydası dokunur. 

16 Ağustos 2012 Perşembe

OLİMPİYATLARDA YENİLİK

gazetecinin biri demiş ya, olimpiyatlar kadınlığı öldürüyor. bilmeyeniniz varsa diye alıntı yapayım hatta önemli(!) sözlerinden:

"Ben kadın derneklerinin yerinde olsam, olimpiyat oyunlarını şiddetle protesto ederdim. Olimpiyat halkalarının altına kadınlık simgesi artı işaretlerini koyardım...
Bu duyguya kapılmam için kadınlar arası yüzme yarışlarını izlemem yetti. Havuzdaki hanımların, kadınlıkla bir ilgisi kalmamış gibiydi. Kocaman omuzlar, küçücük kalçalar ve tahta gibi dümdüz göğüsler... Eğer mayolarının farklı biçimi olmasa, hepsini erkek sanacaktım. Hele göğüsler... Kadınlığın, analığın, bereketin simgesi olan göğüsler, hızı engelleyen birer "safra" olarak görülmüş olmalı ki, çocukluktan bu yana adeta budanmış.
Bazı kadın ciritçileri, güllecileri, güreşçileri, haltercileri, boksörleri saymıyorum bile... Onların görüntüleri hepten içler acısı... 

(...)
Size ütopik gelebilir ama bu konuda bir önerim var. Kadın sporcuların kronometre sonuçlarıyla yetinilmesin. Sıralama yapılırken sporcuların fiziksel görünümlerinin "kadına benzerliği oranında" artı ve eksi puanlar eklensin!.."

daha fazlasını bilmek isteyen olursa yazının tamamı burada.

ben düşündüm adam haklı. normalde televizyonu açmak aklına gelmeyen ben bile eve gelir gelmez ilk iş trt'yi açar oldum olimpiyatlar boyunca. iyi tamam yarıştılar, izledik, heyecanlandık, sevindik, üzüldük... peki ya göz zevkimiz ne oldu? gönlümüz doydu da, gözümüz doydu mu? yok canım nerede?..

erkek yüzücülerin harika vücutları var. bakmaya doyamıyor insan. zaten yüzme yarışması başka ne için izlenir ki? bakıp bakıp "amanın ne güzel vücutları var, kurban olduum ne de güzel yaratmış ohh..." demek için. aslında onlara da, bacaklarının güzelliğine göre ek puan verilmeli. 

cirit, gülle atanlar genelde ideal vücuttan uzak. o adamları eleyelim. hatta ciriti, gülleyi toptan olimpiyatlardan çıkaralım. 

uzun mesafe koşan erkekler çiroz. ne o öyle ayol... bu branşı da çıkarsınlar olimpiyatlardan. 

halterciler pek kısa, bodur. halteri tarihin tozlu sayfalarına gömelim.

topla oynanan her türlü oyun yasaklansın. erkek dediğinin topla fazla haşır neşir olması beni kıllandırıyor arkadaş. yanlış cinsel tercih edinecekler diye endişeleniyorum. su topu kalsın bir tek. onların vücutları çok güzel. zeus heykeli gibi adamlar. ya da topu kaldıralım, bir kadını atıp tutsunlar. suda bir şey olmaz nasıl olsa. ben gönüllüyüm. benim gibi bir sürü kadın da gönüllü olur zaten. 

basketbol, voleybol kadın takımını feshedelim, çok uzunlar. kadın dediğin narin olur, at gibiler affedersiniz. huh süper oldu bak şimdi olimpiyatlar.


güzellik yarışmaları, mankenlik yarışmalarına falan da gerek kalmadı, boşuna masraftı zaten. hay aklını seveyim senin gibi gazetecinin. mis gibi oldu olimpiyatlar yeminle(!) 



14 Ağustos 2012 Salı

BİR YAZARI SEVMEK

ihsan oktay anar'ın yeni romanı "yedinci gün" yakında çıkıyormuş. "oley" dedim haberi okuyunca. nasıl bir ilahi mutluluk geldi şöyle tepemden, kainatın kalbinden, bilemezsin. sanki kitabı almışım da, okumak için saniyelerim kalmış. öyle de bir kalp çarpıntısı. benim, olmazsa olmaz yazarlarımdandır kendisi. 

bazılarınız bilir, ihsan oktay ege üniversitesi felsefe bölümünde öğretim üyesidir aynı zamanda. ben başka bir üniversitede öğrenciyken, arkadaşlarım vardı ege'de felsefe okuyan. gider gelirdim yanlarına, yine göremedim diye hayıflanırdım. yani şöyle bir koridorda karşılaşsam ya da kapısı açık olsa da önünden geçerken çaktırmadan baksam, o masasında yazıp çizerkenki haline şahit olsam razıyım. konuşacak, tanışacak falan değilim ha, nerede o cesaret bende o zaman. adamla ezkaza bir araya gelsem "hedö hödö"den başka bir ses çıkaramam, adımı bile bahşedemem kendilerine(!) beni dilsiz zanneder. yanı sıra gerizekalı sanması da cabası... fakat gel gör ki; değil ben, felsefe okuyan arkadaşlarım bile tanışamadı kendisiyle o dönem. "derslere girmiyor." dediler, kitap yazıyormuş. beni mi kandırdılar bilmem ama adamı bir türlü göremedim. 

aradan bir süre geçti, en samimi arkadaşlarımdan bir hain "ihsan oktay ablamın yakın arkadaşı. ben onun yanına gideceğim" demez mi? gel de vurma kızı. biz o zaman tıfıl yazarlık öğrencileri, abuk sabuk ödevlerle gün geçiriyoruz, bir gün büyük yazar olma hayallerimiz hala baki, kız "ihsan oktay'a gidicem konuşmaya yeaaa" rahatlığında. onu mu vurayım, kendimi mi bilemedim. hiçbir yazarı tanımıyor olmamı kadere bağlayıp okkalı küfürler ettim alın yazıma. hoş, sonrasında tanıştığım yazarlar oldu ama gram heyecanlandıysam, "hede hödö" yaptıysam nolayım! 

bizimki gitti. insanın kendinden yaşça epey büyük abla sahibi olmasının ve o ablanın da ihsan oktay anar gibi bir adamla arkadaş olmasının ihtimali yüzde kaçtır yahu? dedim ya, bizimki gitti. döndüğünde anlattığı şuydu özetle: "tuhaf bir adam. pek konuşmuyor. öylesine konuştuk işte. ablamı falan sordu. sevmiyor konuşmayı pek." hayal kırıklığı yaşadım mı? hayır. konuşmayı sevmeyen, sürekli yazan, gizemli bir yazar... cezbedici... bilinmezliğin çekici gücü... 

bir yazarı sevmek böyledir, şarkıcı sevmeye benzemez. özel hayatını, nerelerde eğlendiğini, ne giydiğini, nereden alışveriş yaptığını bilmek istemezsiniz. o yazsın, sadece yazsın, istersiniz.

sonra büyüdüm. eşek kadar oldum affedin. nasıl büyüdüm, o aralarda neler yaptım konumuz dışı. ama şu kadarını söyleyebilirim; dokuz eylül üniversitesi'nde bir dört yıl daha okuyup başka yan yollara girdim. ihsan oktay hep aynı yolda, aynı gizemle devam etti yazarlığa. ben de onu merak etmeyi bıraktım. bütün derdim 'yeni kitabı ne zaman çıkacak?' oldu. görme hevesim de kalmadı. yazarları görmemek, bilmemek daha cazip; büyürken buna karar verdim. 

gelelim yazının mesajına; okuyun. hala tanışmadıysanız ilk romanından başlayın (puslu kıtalar atlası - iletişim yayınları). kitabın büyülü dünyasına teslim edin aklınızı, ruhunuzu, kendinizi... arının...


görselin konuyla bağlantısını da siz kurun artık(!)


13 Ağustos 2012 Pazartesi

KİTAPLARIM

izmir'de o d&r senin, bu d&r benim gezen bir çift görürseniz o biziz. can yayınları'nın kampanyasını hepiniz duymuşsunuzdur. kitapları alıp fotoğraflarını paylaşan çok blogger var. ağzımın suyu akarak izliyor, "aağğğğ bu bende niye yok" kıskançlığıyla yeni d&r adreslerine gidiyorum.

bu öğleden sonra sevgili arayıp "haydi seni forum'daki d&r'a götüreyim" deyince, ışık hızıyla hazırlandım. evde yayılmış, göbek kaşır, kitap karıştırırkenki ışık hızı yarım saat ediyor bizim buralarda(!) tüm cumartesiyi koltukta yayılarak geçirmiş, markete dahi çıkmayıp siparişleri eve getirtmiş biri olarak hem hava alacak, hem kitap edinecek, hem de günlerdir istediğim mürekkep ve şeffaf koli bandıma sahip olacaktım. ayrıca bünye alışmamış cumartesileri tatil olmaya, bugün de çıkmazsam çatlayabilirdim.

ben kitapları sapıkça okşar, seçerken iki kadın geldi yanıma. biri diğerine "elif şafak'ın yeni kitabı çıkmış, yok mu buralarda?" dedi. diğerinin "ha evet duydum" demesiyle ben atladım;  "gazete yazılarından derleme o, yeni bir şey değil. yeni bir şey yazmış gibi sundular". kadınlar vazgeçti almaktan. onun yerine birkaç kampanya kitabı alsınlar istedim ama nafile. 5 liralık kitaplara tenezzül etmediler galiba. doğru düzgün bakmadan gitti gıcıklar. kitaplara bakmadan kitapçı gezen müşteri kadar lüzumsuz insan modeli yoktur!

kitaplarımı seçip avram'ın kucağına hepsini boca ettikten sonra kırtasiye bölümüne yöneldim hızla. renkli, ayraç post-it'lerden aldım. şeffaf koli bandı diye tutturdum. avram "burada ne gezsin koli bandı" dedikçe inat ettim; "niye? kırtasiyelerde oluyor ama! hem şeffaf istiyorum ben." şeffaf olunca daha bir şık oluyor ya, d&r bunu göz ardı etmeyebilir sandım. gezdim bulamadım. avram'ın dalga geçmesine aldırmadan bizimle ilgilenen kızı bulup "sizde şeffaf koli bandı yok mu?" diye sordum ama kız da avram gibi güldü. ne var yani, oyuncağa kadar her haltı koymuşsunuz da şeffaf koli bandına mı gülüyorsun?" demedim. desem yeriydi yani. 


tam çıkarken, güvenlikçinin önünde durdum, "a... ben bir şey yapacağım, şuradan adi bir dergi alayım, sayfaları lazım" demiştim ki, bizim avram patladı:
"ne yapacaksın, koli bandı, adi dergi falan... gübre de lazım mı?"
"ne gübresi?"
"c4 üreteceksin galiba!"

güvenlikçi tarafından dertop edilip tutuklanmadıysak benim o sevimli yüzüm sayesindedir.




şimdilik ganimet bu kadar. on dokuz tane göründüğüne bakmayın, renkli post-it koyduğum alana yeni kitabım gelecek. avram'da henüz, kavuşmayı bekliyoruz.

beni bekleyin diğer d&r'lar...

öf... ayrıntı yayınları da yapsa böyle bir kampanya keşke. işte o vakit içimdeki sapık hepten açığa çıkar. okşanmadık kitap bırakmam yeminle(!)

bol kitaplı günler diliyorum hepinize... 

9 Ağustos 2012 Perşembe

YAZARLIK EĞİTİMİ, ATÖLYELER VE KİTAPLAR

herkesin konuştuğu, yazdığı, belki bıktığınız bir konu 'yazarlık eğitimi'. son senelerde biraz kabul görse de hala tartışılıyor; "yazarlık öğretilebilir mi?" sorusu. epeydir, yazmak ile yarama hiç parmak basmayıp susmak arası gel-gitler yaşadığım bu konuyu uçan balon'un bloğunda görünce öyle uzun bir yorum yazmışım ki, "ayıp" dedim kendi kendime, "uçan balon'un bütün sayfasını doldurdun!" silip kendi sayfamda yazmaya karar verdim düşüncelerimi. 

son dönemlerde çok artan yaratıcı yazarlık atölyeleri yetenek sınavıyla öğrenci almaz. herkes bilir ki, atölyeler sizi yazar yapmaz, böyle bir iddiası olamaz. ama hiçbir şey yapmazsa iyi bir okuyucu yapabilir. yanı sıra, kendi başınıza çok daha uzun sürede alabileceğiniz yolu kısaltabilir -eğer iyi bir atölye bulduysanız-. maalesef pek çoğunda yeterli eğitim yok. çünkü bir şeyi bilmek ile öğretmek aynı şey değil. iyi bir yazar ya da eleştirmen olmanız, iyi bir yazarlık eğitmeni olacağınız anlamına gelmez.

öte yandan, hep karşılaştığım ve hala anlayamadığım, hala aşamadığımız soru şu: "yazarlığın okulu mu olurmuş?" "yazarlık içten gelen bir şey değil midir?"... beste yapmak da yetenek işi, içten gelen bir şey; resim yapmak da... oysa kimse "ressamlığın okulu mu olurmuş?" demiyor. niye sizce? ne yani yazarlık çok mu kolay? hepimiz okuma yazma biliyoruz diye yazar olabiliriz o zaman(!) eh ilkokuldan beri resim yaptığımıza göre, ressam da olabiliriz pekala...

şimdi tüm bunlara verilecek cevap -her zaman karşılaştığım cevap diyeyim ya da-; "yazarların hepsi yazarlık eğitimi mi aldı sanki? sait faik yazarlık mı okudu?" peki ressamların hepsi okuluna mi gitti? ya da oyuncuların hepsi? sanat eğitimi sadece okulla olmaz. iyi yazarlara bakarsanız, diğer sanat dallarındaki gibi, bir usta-çırak ilişkisi içinde pişmiştir çoğu. "eleştiri' en önemli ilerleme yöntemlerinden biridir. çünkü kendi yazdığınız metne yabancılaşıp hatalarınızı bulmanız zordur. bence atölyelerin en büyük katkısı da budur. yazdıklarınız usta bir göz tarafından eleştirilir, üzerine tartışılır.

bir kitabı okurken; yazarın yaptığı dil oyunlarının, kurgudaki kıvraklığın, çatışmanın verilişinin, karakterin oluşturulmasının, bakış açısı karakteri seçiminin, toplumsal-düşünsel boyutunun, ilginçlik-inandırıcılık dengesinin nasıl kurulduğunun v.b. pek çok önemli şeyin farkında olmak yazar olmayı beraberinde getirmez. bu sizi iyi bir eleştirmen yapabilir belki... ya da sadece iyi bir okuyucu... yazar olmak, iyi yazıyor olmak, beraberinde yetenek de gerektiren bir şey. salt yetenek ise iyi bir ağaç gibidir. yontulmalı, işlenmelidir ki heykel haline gelebilsin.

teknik bilgi yeterli değil yazmak için. şöyle düşünelim; bir sürü tıp kitabı edindiniz. anatomi v.b pek çok bilgiyi yaladınız yuttunuz. bir beyin ameliyatının nasıl yapılacağını, en ince ayrıntısına kadar biliyorsunuz. bu sizin ameliyat yapabileceğiniz anlamına gelir mi? tıp fakültesinde boşuna mı uygulama eşliğinde, kadavralar üzerinde deneyerek öğreniyorlar her şeyi? boşuna mı ameliyata onlarca kez girip hocalarının neler yaptığını en ince ayrıntısına kadar izliyorlar? boşuna mı başta sadece hocaları izin verdiği ölçüde ve onların denetiminde aktif olarak katılıyorlar?

çok mu alakasız geldi örnek? o halde bir tiyatro oyuncusunu düşünelim. figürasyonla, küçük rollerle başlayıp, ustalarını izleyerek, onların eleştirileri doğrultusunda kendini geliştirerek öğrenmiyor mu işin inceliklerini? tiyatroyu seviyorsunuz, takip ediyorsunuz, iyi de eleştirebiliyorsunuz oyuncuları diye, sahneye adım attığınız an süper bir oyuncu olacağınızı mı sanıyorsunuz?

yazarlık eğitimi uygulamalı bir eğitimdir. salt tekniğe dayanmaz, işin matematiğini öğrenmek yetmez. karakter ile tip arasındaki farkı, karakter oluşturmayı öğrendiniz farz edelim, bunu uygulamak hiç öyle göründüğü kadar kolay değildir. çünkü takdir edersiniz ki, bilmek ile uygulamak aynı şey değildir!

gelelim kitaplara... farkındasınızdır, bu konuda basılan kitapların sayısında hızlı bir artış var. en son semih gümüş de katıldı aralarına. üstelik duyduğuma göre ilk baskı kısa sürede tükenmiş. "yazar olabilir miyim?"i ben de aldım ama henüz okuma fırsatım olmadı. haberdar olduğum yaratıcı yazarlık kitaplarını edinmeye çalışan biri olarak şunu söyleyebilirim ki, yabancı yazarların kitapları daha doyurucu. bizimkiler nedense dön dolaş aynı şeyleri söylüyor. üstelik anlamadığım şey, hemen hepsinin ilk bölümü "niçin yazıyoruz?" konulu. bu kitaplardan medet uman, bir şeyler öğrenmeyi bekleyen hepimizin derdi bu mu? ne vakit bu bölümü görsem, "yahu niçin yazdığımı bırak, nasıl yazacağımdan haber ver!" diye söyleniyorum. bir müzisyene "niçin beste yapıyorsunuz?" diye sorulduğunu hiç görmedim.


yazarlar da bu "niçin yazıyorsunuz?" sorusuna cevap vermekten bıkıp bırakacaklar yazmayı(!)