28 Mart 2012 Çarşamba

ANASININ GÖZÜ

uzun bir aradan sonra göz doktoruna gittim. böyle rutin kontrol isteyen arızalar neden hep beni bulur anlamam. "senede bir kontrole gel" demişse bir doktor, ben en erken beş senede giderim. ihmalkarım. dip boyam gelse, kaşım çıksa koşa koşa kuaföre giderim de, başım gözüm ağrısa "aman beaaa geçer" der umursamam. 

uzun zamandır lenslerimi değiştirmem lazım. kontrole de gideyim bahaneyle diyorum fakat küçük popomu kaldırmam zaman aldığından ne kontrole gidiyorum, ne lensi yenileyebiliyorum. geçenlerde Arkaik Harfler göz doktoruna gittiğini söyleyince gaza geldim. hangi doktor, iyi mi, nerede falan derken onun da tavsiyesi ile randevu aldım. bugün gittim. gitmesem iyiymiş. gül gibi yaşayıp gidiyordum. az görüyordum, gözümü kısıyordum falan ama moralim bari yerindeydi. 

dün geceden lensleri çıkardım ben, doktora gideceğim ya... yoksa çıkaracağım falan yok yani. uzun zaman önce geceleri lens çıkarma alışkanlığımı bıraktım zaten. nadiren, çok rahatsız olduğumda çıkarıp evde gözlük taktığım oluyor. bütün gece işkenceye dönüşüyor. kucağımdaki pc ile iletişim sorunu yaşıyorum. ya da ulaşım sorunu. ne derseniz artık. görmekte zorlanıyorum yani. tv desen keza... gözlerimi kısmaktan alnım kırışacak diye arada çat çat iki kaşımın arasına küçük parmak vuruşları yapıyorum. neyse ki yalnızım, bu halimi gören kimse yok diye yalnızlığıma seviniyorum bir de... 

netice olarak görmüyorum, görmedikçe lensimi hiç çıkarmak istemiyorum... lens gözlükten daha net gösteren bir şey çünkü. gözlük kadar zorlamıyor beni. tamam miyopum ilerledi farkındayım ama ne kadar ilerlemiş olabilir ki yani? altı üstü kaç sene oldu kontrole gitmeyeli, üç mü, dört mü, haydi beş olsun... ne bileyim unuttum gitti... göz dediğin bu sürede en fazla 0,75 ilerler. kaldı ki, benim gözlerin seyri şöyledir: sağ ilerler 0,25 ya da 0,50, diğer gidişimde sol ilerlemiştir aynı olurlar. öyle yavaş yavaş bir adım biri, bir adım diğeri derken, pek de yol katetmezler. yine ilerlemiştir 0,50 işte. 3,50 idi, 4 olmuştur. rahatım. 

gittim doktora. gözlükle. kadın aldı elimden gözlüğü konuşuyoruz. içerisi de loş. benim görüş mesafesi iyice düştü. konuşuyorum ama kiminle bilmiyorum. hani kadının ses tonu kalın olsa erkek bile sanabilirim. o derece gölgeli hayat. şuursuz şuursuz oturuyorum. bir ara karşımdaki flu bedende bir hareketlenme oldu fark ettim. fakat nedir bilmiyorum. bir masaya yaklaşma durumu var, "daha net göreyim diye eğiliyor, boş baktığımı anladı herhalde" diyorum. "belki doktor diye başka bir yere -ne bileyim bir askıya, boş sandalyeye falan- bakıyorumdur o da bunu fark etmiştir" gibi şeyler geçiyor aklımdan. meğer kadın bana gözlüğümü uzatıyormuş o esnada. bu göz doktorları da enteresan yani, görmüyoruz ki geldik oraya değil mi? niçin görsel iletişimle halletmeye çalışıyorsun işi, konuşsana. bir sağırla konuşarak anlaşmaya mı çalışıyorsunuz sanki... 

sonunda aldı beni aletlere, baktı etti... ilerlemiş gözlerin dedi, gözünde kuruluk var biraz dedi, lens kullanma bir süre en azından dedi, lens kullanacağına ameliyat ol bundan iyi dedi, ileride çok sorun yaşarsın dedi, dedi de dedi... nasıl geldin ki buraya diye hafiften de alay edince kıllandım ama. benim gözler epey bir fırlamış. sağ 5,25 miyop 1,25 astigmat, sol 4,75 miyop 0,50 astigmat. "gözlük bütün nesneleri iyice küçük gösterecek, zorlanacaksın, alışmaya çalış, bana görmüyorum diye gelme sakın, bir aydan önce sana lens vermem allah vermem" diye de bir sürü laf etti. hadi bakiim gözlüklerinle sana bol şans diyerek, sırtımı sıvazlayıp yolladı. nasıl canım sıkıldı, bilemezsin. gözlükle yaşayamam ben yaaaa... allam yarebbim... 

akşam durumu anneme anlatınca bir de ondan fırça yedim zaten. yok lensleri çıkarmıyormuşum, yok bilmem ne... sanki lensleri çıkarınca miyop yerinde sayacak. rüyalarımı net görüyorum böyle en azından. ama sevgiliye de dedim "bir daha lenslerle yatarsam vur beni" diye. işşalla her gece arayıp çıkardın mı diye sormaz. bu arada annem kör olacağım paniği ile beni hemen ameliyat ettirmeye karar verdi. o kadar hemen ki, bir ara bıçağı alıp korneama birkaç çizik atacağından korktum. mutfaktayız hazır, bıçak da yakınlarda, havaya da girmiş bizimki... korktum yani... olmam da olmam, diye tutturunca ben, "kör olucan" dedi. "bilgisayar başından kalkmıyorsun zaten" dedi. "kontrole gitsen zamanında, böyle olmazdı" dedi. "ben sana dedim ama lenslerle yatma diye" dedi. bu gözleri o yapmış, nasıl üzülmezmiş... anamın gözü yani aslında bunlar. o yaptı. başlığı ondan koydum. 

lens takamıyorum, gözlüklerim eski olduğu için 2 derece fark var, her şey bulanık, yenileri cumartesi günü gelecek ve ben o güne kadar nasıl makyaj yapacağım, nasıl gözlerimi kısmadan bakacağım, nasıl doğru adama sarılacağım (sevgili sanıp da elin adamlarına sarılmayacağım) falan gibi şeylerin derdine düştüm. yazık bana...

27 Mart 2012 Salı

27 MART DÜNYA TİYATRO GÜNÜ

27 MART DÜNYA TİYATROLAR GÜNÜ KUTLU OLSUN. BU SANATA EMEK VEREN HERKESE SELAM OLSUN...


Dünya Tiyatro Günü Bildirisi: John Malkovich 

Dünya Tiyatro Günü’nün 50'nci yıldönümünü kutlarken UNESCO’ya bağlı Uluslararası Tiyatro Enstitüsü ITI bir selam mesajı hazırlamamı isteyerek onurlandırdı beni. Tiyatro çalışanı meslektaşlara ve eşe dosta kısaca sesleneceğim. 
Emeğinizin ürünleri sarsıcı ve özgün olsun. Derin, dokunaklı, düşündürücü ve benzersiz olsun. İnsan olmanın anlamı üstüne kafa yormamızı desteklesin; düşüncelerimize yürek gücü, içtenlik, açık sözlülük ve incelik katsın. Dilerim güçlük, sansür, yoksulluk, nihilizm gibi engelleri aşabilesiniz. Eminim birçoğunuz mutlaka karşılaşacak hepsiyle. Umarım yeteneğiniz ve sebatınızla bize insan kalbinin çarpışındaki bütün çapraşıklığı öğretebilirsiniz. Umarım alçak gönüllülük ve araştırıcı bir ruhla bunu ömür boyu iş edinirsiniz. Dilerim en iyileriniz temel sorun olan “Nasıl yaşıyoruz?” sorusunu bir çerçeveye oturtmayı başarır. Çünkü ancak en iyiler -pek nadiren ve çok kısa süreyle- yapabilir bunu. Tanrı yardımcınız olsun.

John Malkovich

26 Mart 2012 Pazartesi

21 Mart 2012 Çarşamba

BİR MİMDİR...

geçenlerde biricit mimlemişti beni, arayı çok açmadan yazayım istedim. aslına bakarsanız hiç yazacak havamda değilim. pek karamsar ve mutsuzum bu ara. cevaplara da yansımış olabilir. yani umarım olmaz... olursa da affola diyelim bari. karamsarken hiç çekilmem.

1- kendini seviyor musun?
seviyorum. sevdiğim diğer insanlara kızdığım gibi kızıyorum da bazen. kendime güzel sözler de söylerim (aferin, süpersin, vay bee amma akıllısın v.s), tam tersine kötü şeyler söylediğim de olur (yeaa... ne salak oluyorsun bazen, pöfff sıkıldım kendimden, amaaan yine bi haltı beceremedin v.b.). ama bir fark var, kendimden uzaklaşmayı istesem de zaman zaman, yine de kendimden ayrılmayı hiç düşünmem. galiba her şeye rağmen en çok kendimi seviyorum. ya da en çok kendime mecburum, bütün mesele bu. heheh...


2- yapmaktan hoşlandığın şeyler?
izlemek... her şeyi... dinlemekten de hoşlanırım ben normalde ama bu aralar feci yorulmuş durumdayım. kimseyi dinlemek istemiyorum. çatlayacağım, içim şişti dert dinlemekten. benim derdim bana yetiyor, kimsenin taktığı yok yine. belki de en iyisi denizi izlemek.


3- hedeflerin neler?
hedefim yok. varsa bile şu an aklıma gelmediğine göre, yoktur. hedefsiz insan olur mu demeyin, oluyormuş işte hep beraber görmüş olduk.


4- nefret ettiğin şeyler?
ohoo... nereden başlasam saymaya? o kadar çok şey var ki... hepimizin nefret ettiği genel şeyler vardır: hırs, inat, riya, yalan, dedikodu gibi... boşuna saymayayım. galiba bu aralar yanlış anlaşılmaktan nefret ediyorum en çok. ya da anlaşılmamaktan. ya da anlaşamamaktan. ne bileyim işte her şeyden. oysa insan bahar gelince mutlu olmalı. bense daha çok sıkılmaya başladım. bundan da nefret ediyorum işte.

5- ilham aldığın kişiler?
hitler. büyüyünce hitler olucam, sabun adamlar yapıcam. liste hazırlıyorum. 


6- favori şarkıların, filmlerin, kitapların nelerdir?
püüü çooook... şarkı kısmına hiç girmeyeyim, aklıma gelen filmleri sayayım: full metal jacket, sol ayağım, die welle, kızarmış yeşil domatesler, tabutta rövaşata... kitaplar (yine ilk aklıma gelenler): eva luna, ruhlar evi, yüzyıllık yalnızlık, algernon'a çiçekler, kalanlar, puslu kıtalar atlası, kitab-ül hiyel, paul auster'ın new york üçlemesi, parfümün dansı... klasiklere girmeyeyim hiç...

7- birisinin yazdığı ölüm notunu bulmuş olsan ne yapardın? ölmeden önce yazmış olduğu...
"ölmeden önce yazmış olduğu" dendiğine göre yapacak bir şey yok. ölmüş gitmiş zaten. tabii ölenin kim olduğu da önemli burada, mesajın içeriği de... eğer şahsen tanımadığım biriyse meraktan çatlar hemen araştırmaya başlarım; kimdir, nedir, neden intihar etmiş, ne zaman etmiş... bırakmayın bana öyle notlar. hayatınızı talan ederim.

8- kendini tek bir cümleyle anlatabilir misin?
anlatırım tabii ama o "bir cümle" sayfalar sürer. o yüzden en yalın haliyle söyleyeyim: ben de herkes gibi biriyim  işte...


mimi kimler yanıtladı hatırlayamadığım için... ben mimleyeyim de, isteyenler ve daha önce yanıtlamamış olanlar yazsın.

Arkaik Harfler, domatessuyu, greta. aklımda başkaları da vardı ama daha önce yazdıklarını gördüm sayfalarına bakınca. bir de, bazıları mim sevmiyor diye tereddütte kaldıklarım var işte. bitti.

19 Mart 2012 Pazartesi

BAHAR

dışarıda hava en az 20 derece. gidip güneşle kucaklaşmalı, denizle yakınlaşmalı, yaşadığını hissetmeli... 

doğa yeniden doğuyor. yeniden canlanmalıyım ben de...

güzel bir gün olsun hepimize...

16 Mart 2012 Cuma

YAĞMUR NASIL YAĞAR?

izmir'e bahar geldi. gündüzleri ama sadece... güneş sıcacıktı bugün. bostanlı sahilde oturduk denize nazır. aldık kitaplarımızı, defterlerimizi hem okuduk, hem yazdık. hummalı bir dış mekan çalışması var bu ara bizim cephede. gidiyoruz bir kafeye, alıyoruz çayımızı, kahvemizi başlıyoruz çalışmaya. arada bir okuduklarımızı paylaşıyoruz birbirimizle. rengarenk kalemlerimi yayıyorum ben masaya, oh değmeyin keyfime... 

geçen gün bir teyze seslendi "ne okuyorsunuz o kadar hararetli, çok merak ettim" diye. okumayı ne kadar sevdiğinden, çok okuduğundan bahsetti. yetmişli yaşlarda, bakımlı, hala çok güzel, çok hoş bir kadındı.  birasını yudumluyor, karşındaki genç kadın tuvalete gittiği an, çantasındaki kitabı çıkarıp birkaç satır da olsa okumaya gayret ediyordu. çok hoşuma gitti. 

bugün de aynı şeyi yaptık işte. hem güzel havanın tadını çıkardık, hem çalıştık. iliklerim ısındı resmen. bir de akşam olmasaydı, hava soğumasaydı iyiydi. o da olacak yakında. bu kez serinlemek için atacağız kendimizi sahile. 

yağmur yok en azından. şakacı bulutlar gitmiş, uslu bulutlar gelmiş. siz bilir misiniz yağmur neden, nasıl yağar? hep hınzır bulutlar yüzünden...


güneşli, güzel hafta sonları herkese...


11 Mart 2012 Pazar

OH NE ZEVKLİ İŞİMİZ VAR BİZİM

her işin kendince zorlukları vardır. kimi bedenen, kimi zihnen zorlar sizi, kimi her iki açıdan da... herkes işinden yakınır ve başkalarının ferah içinde güle oynaya çalıştığı hissine kapılır. yani tamam, herkesin derdi kendine büyüktür ama başkalarının derdini görmezden gelmenin de alemi yok değil mi? hele sanatla, sporla falan ilgili bir mesleğiniz varsa gelen tepkiler hep aynıdır: "ay ne zevklidir sizin iş. hem keyif alıyorsunuz hem de üstüne para..." halbuki biz de olaya çoğu zaman bir tekel bayi kadar "iş" olarak bakıyoruz. kimse o adama gidip "ay ne güzel bütün gün içkilerin içindesiniz, ooh vur patlasın çal oynasın amma eğleniyorsuzundur siz" demiyor. 

sanat ve spor ile ilgilenenler için de mesele hobi olmaktan çıkmış artık, önce bu konuda anlaşalım. işinizi sevmeniz, her dakika çok eğlendiğiniz anlamına gelmiyor. insanız yani, yoruluyoruz biz de... ha keyifli tarafları da var, yok değil ama sürekli eğlendiğimiz hissine kapılmanıza da gerek yok. belirli saatler dahilinde gidip işimizi yapıp, yorgun argın evimize geliyoruz işte. manevi tatmin de her daim var olan bir şey değil. farzedelim ki oyuncusunuz. yeni bir oyuna hazırlanıyorsunuz. metni okudunuz ve sevmediniz. gel gör ki, oynamak zorundasınız. üstelik o hiç beğenmediğiniz metindeki en istemediğiniz rol düştü şansınıza... sabahtan akşama, kimi zaman gece yarılarına kadar provadan iflahınız kesilmiş. yönetmene bir türlü beğendiremiyorsunuz yorumunuzu. adam ne istiyor onu da anlamıyorsunuz. (yönetmenin yorumu diye bir şey vardır tiyatroda. salt yazılı metin değildir ortaya çıkan. oyuncunun yorumu, yönetmenin yorumu... her şey dahildir izlediğiniz tiyatro oyununa.). yönetmenin size gıcık olduğuna eminsiniz (abi hoca bana taktı ya... ne yapsam beğendiremiyorum herife). provalarda, saatlerce aynı şeyi dön dolaş oynamaktan gına gelmiş. kusmak istiyorsunuz artık. kussanız, harfler saçılacak etrafa (aha bu benim repliğimin ilk cümlesindeki f, bu l, bu z...) ama yok, aylarca her gün, saatlerce o sahnenin üzerinde, ayakta... "dışarıda hava ne güzel yahu, millet şimdi sahilde oturmuş..." düşüncelerini savuşturmaya çalışıyorsunuz. role bürünüyor, antrenizi kaçırmamak için her şeyi takip ediyor, sahneye fırlayıp ilk repliğinizi söylüyorsunuz tam, yönetmen bağırıyor "olmadı! baştan! öyle girmeyeceksin demedim mi kardeşim ben sana? repliğin ortasında sağ elini kaldıracaksın, sol ayağını çapraz yapacaksın, dudağını bükeceksin, burnunu kaldıracaksın, kulaklarını oynatacaksın, kıçını sallayacaksın! kaç kere daha söyleyeceğim! baştan alıyoruz!" 

geber! (iç sesiniz bu sizin) geber! ben seni doğuran anayı da, seni okutan hocayı da, seni buraya yönetmen yapanı da!.. 

hah çok zevkli di mi? ne güzel hem eğleniyorsunuz, hem de üzerine para alıyorsunuz. bitmedi... birkaç aylık provayı atlattınız ama bitmedi... o bıktığınız metni aylarca oynayacaksınız daha... hah ondan sonra bitecek işte.

ya işte güzel kardeşim, başta da dedim ya, her işin kendince zorlukları var. iğrenç tarafları var hatta. öyle "ay... sizin iş de ne zevklidir... ay... negseeel... ben de hep tiyatrocu (ya da ne ise işte zevkli görünen) olmak istemiştiiiğm..." demeyin güzel kardeşim. hele ki işten çıkmışsak, yorgunsak, stresliysek falan küfür ediyormuşsunuz gibi geliyor kulağa. bırakın kafa dağıtalım, başka şeylerden konuşalım, iki yudum bir şey içelim, gülelim, eğlenelim... keyfe keder çalışmıyoruz, para kazanmak için yapıyoruz, "iş" yani, adı üstünde... kaç kişi keyif olsun diye çalışabiliyor ki? zorunluluklar girince işin içine, para kazanma kaygısı girince, hobi olmaktan çıkınca bunalabiliyoruz biz de. sandığınız kadar da keyif almayabiliyoruz. 

bu tabii işin karanlık tarafı. sonuçta sanatla veya sporla ilgili bir iş yapıyorsanız bunu bilinçli seçmişsiniz demektir. üniversite sınavında puanınız nereyi tuttuysa oraya yerleştirilmiş değilsiniz en azından. üç aşamalı yetenek sınavına giren yüzlerce kişiden elene elene ilk ona kalmışsınız ve 4 sene deli gibi çalıştırılmışsınızdır. sınav döneminde bile siz, akşam 5'e kadar derse girmiş, yarım saatlik bir yemek arasından sonra 17:30'da provaya başlamış, gece eve gitmiş, sabaha kadar ertesi günün sınavına çalışmış, sabah sürünerek sınava gitmiş, akşama kadar derse girmiş, akşam provaya girmiş, gece gelip sızmamak ve ertesi günkü sınava çalışmak için... ölmüş gebermişsinizdir. üstelik mezun olup çalışmaya başladığınızda o öğrencilik yıllarını özlemişsinizdir. yani siz, işinizi gerçekten seviyorsunuzdur. ama bu işinizin kolay olduğu ya da her daim keyif verdiği anlamına gelmez. 

mesleğimi seviyorum. işimi bazen seviyorum. yoruluyorum, keyif alıyorum, keyif almıyorum, emek harcıyorum, kendimi biraz daha geliştirmek için çabalıyorum... bazen dışarı çıktığımda kelimeleri bir araya getirip cümle kuramıyorum. saatlerce konuştuğum halde, normal bir şey konuşamaz, derdimi anlatamaz hale geliyorum. kafamı toparlayamıyorum. beynim jöle kıvamında salınıp duruyor kafatasımın içinde. sonra biri geliyor "aman sizin işte ne var? napıyorsunuz yani beyin ameliyatı mı?" edasıyla konuşuyor karşınızda, ciddiye dahi almıyor çabalarınızı. ya da "ay... sizin iş de ne zevklidiiğr diğğ miiiii... çok eğleniyorsunuzduuuur" diyor ya... ha işte o zaman kafa atasım geliyor.

saygılar...

oh rahatladım!



8 Mart 2012 Perşembe

KADINLAR GÜNÜ

dünya ikiyüzlülük günü bir diğer adıyla. 

aman efendim kadınlar bizim canımız, ciğerimiz, anamız, bacımız... 

kadınlar çiçektir... 

kadınlar kutsaldır... 

bi yürü git be... 


7 Mart 2012 Çarşamba

BİR MİMLE DAHA KARŞINIZDAYIZ

bir hafta kadar önce domatessuyu tarafından mimlenen ben, artık yazayım dedim. malum son zamanlarda pek bir tembelim, nadiren yazıyorum. hazır konu varken iki karalayıp tembellikten sıyrılmakta fayda var. 

1- hayatınız bir filme çekilse adı ne olurdu ve soundtrackinde hangi şarkılar olurdu?
filme çekilecek kadar enteresan, merak uyandıracak bir hayatım yok. "anlatsam hayatım roman olur" klişesini hiç sevmem zaten. ama illa film yapacaksak adı şaşkın olurdu. hay şaşkın da olabilir. yakışır yani bana, ne yalan söyleyeyim. yaptığım abuk sabuk bir ton şey var. müziklere gelince, filmin adına inat, reamonn'dan supergirl. ben yine bir ton şaşkınlık yapmış ağlarken finalde bu şarkı çalmaya başlar. sonra gökyüzüne doğru uçarım (şarkıda "but i'm a supergirl and supergirls just fly" demektedir çünkü). simgesel bir uçuştur bu tabii... gel gör ki ben gerçekten uçtuğumu sanıyorumdur her zamankİ gibi. sonra gelip biri dürter. bir bakarım ki yine hayal görüyorum. gerçekte ise çöplerin arasında oturuyorum. hay şaşkın!..

2- bir şeyleri değiştirme gücünüz olsa neyi ya da neleri değiştirirdiniz?
öyle güzellik yarışmasına çıkmış hanım hanımcık kızlar gibi "dünya barışı istiyorum, hayvan hakları önemsensin istiyorum" geyiğine girmeyeceğim. insanların içine vicdan koymaya gücüm yetiyorsa onu yapardım işte, gerisi çorap söküğü gibi gelirdi. düşündüm de, aslında ben hiçbir şeyi aynı bırakmaz, her şeyi değiştirirdim ya... bana sihirli değnek falan vermeye gelmez. en sonunda da hırsımı alamaz o değneği birilerinin kafasında kırardım. sihirli değnek olurdu sana, sinirli değnek.

3- sizi en çok etkileyen sinema sahnesi veya sahneleri: 
ıhm... böyle sorunca aklıma bir şey gelmiyor. çok ani oldu. hayat güzeldir'de çocuğun saklandığı yerden babasını izlemesi ve babanın naziler tarafından ölüme giderken çocuğu eğlendirmek için komik yürüyüşü... kızarmış yeşil domatesler'de bebeği almaya geldikleri sahne, bir sürü daha sahne aslında... ruhlar evi'nde düzen yanlısı babanın kızı tutuklandığındaki hali... vardır aslında beni çok etkileyen sahneler de, aklıma pek bir şey gelmedi şimdi. bunlarla idare edelim.

4- yaşadığın şehir bir günlüğüne yalnızca sana tahsis edilmiş, senden başka kimse yok. ne yaparsın?
çıplak denize girerim. erotik bir cevap değil bu, tamamen özgürlük hissi. muzırlaşmayalım lütfen(!)

5- şu sıralar ilgiyle takip ettiğiniz diziler?
bu aralar dizi izleyemiyorum. daha doğrusu ben kışın dizi izlemiyorum. biriktirip hepsini yazın izliyorum. bu ara sadece sherlock izledim 2. sezon 1. bölüm. ha bir de modern family. türk dizi izlemiyorum. 1 kadın 1 erkek'i izlerdim keyifle (ki o da türk değil aslında, orijinali fransız bildiğim kadarıyla), o da bozdu kanal değiştirince. eski tadı yok. yalan dünya'nın ilk bölümünü izledim, beğenmedim. bir bölüm daha izledim yarım yamalak, biraz da sevgilinin hatrına. neymiş efendim her bölüm bir karşıyakalı göndermesi oluyormuş. fanatik değilim çok şükür. tatlısu karşıyakalısıyım ben. diziyi takip etmem gerekmiyor. 

ve bir mimin daha sonuna geldik, esen kalın... iyi akşamlar...
sinirli değnek

6 Mart 2012 Salı

24 SAAT PROTESTOSU

okunacak çok kitap, izlenecek çok film, seyredilecek çok oyun, konuşulacak çok konu var. yetişemiyorum. artık 24 saat yetmiyor. her şey değişiyor, bu neden değişmiyor? ilk insan da günü 24 saat yaşıyordu, biz de... niye aynı kefeye konuyoruz sanki? karın doyurmak ve barınmak harici yaptıkları ne vardı ki? ha bir de üremek tabii ama onun süresi kaç dakika allaşkına... 

tamam yemek bulmak kolay değilmiş; gideceksin hayvan peşinde koşacaksın, avlanacaksın, bu arada ava giderken avlanmamak için de bir efor sarfedeceksin falan ama... şimdi çok mu kolay karın doyurmak sanki? hala ekmek aslanın ağzında. 

bir de edebiyat denen şeyi uydurdular, felsefeyi, yetmedi tiyatroyu, sinemayı yarattılar, aşkı çıkardılar başımıza, flörtü eklediler üstüne... hangi birini yapacağız bir gün içinde bilmiyorum ki... sanki bütün gün yan gelip yatıyoruz, bir de bunlara zaman ayıracağız. misal; kedi de 24 saat yaşıyor günü, yiyor yemeğini, yatıyor sıcak yere, arada kalkıp geriniyor yeniden yatıyor. oh... keyif yapsın bütün gün. kimse sormuyor ne okudun, ne izledin diye. "abi dün bir resim sergisine gittim..." diye konuşmuyorlar aralarında. iki miyav (karnım acıktı, çişim geldi kapıyı aç.), bitti gitti. çağ dışı bir uygulama bu, protesto ediyorum. modern çağa ayak uydurun kardeşim, günü uzatın. nedir yani azıcık yavaş dönse dünya kendi etrafında, çok şey mi istiyorum. 
dinozorlar da böyle boşluktan yok oldu işte. iş yok güç yok, takılıyorlardı.